Savaştan kaçıp 'partilemek(!)' üzerine...
Biz şakağına namlu dayanmış, evi ocağı yakılmış, hayvanına kadar taranmış, işgale, tecavüze, linçe, zulme ve dahi soykırıma uğramış ve kaçmak şöyle dursun, "ya istiklal ya ölüm" diyerek savaşmış bir milletin torunlarıyız;
Ama bizim (bizim kuşağın) başımıza hiç "düşman uçakları" bomba yağdırmadı.
Dünyanın bir ucundan gelen ülkeler, kapımızın -mecazsız sahiden kapımızın, penceremizin, bahçemizin- önünde birbirini boğazlamadı.
Semamızda füzeler dalaşmadı, roketler uçuşmadı.
"İşgal" görmedik -Allah da göstermesin- ; evimiz başımıza yıkılmadı... Harabeye dönmüş şehirlerde aç, açıkta, içecek sudan bile mahrum halde mahsur kalmadık. Çocuklarımız o enkazın arasında, gözümüzün önünde açlıktan-susuzluktan-ilaçsızlıktan ölmedi...
O sebeple "madem ülkelerini o kadar çok seviyorlar, ülkeleri için savaşsaydılar, niye kaçtılar" demeyi yakıştıramayabilir birileri bize.
"Siz ne anlarsınız"la değersizleştirmeye çalışabilir; "Suriye'den kaçanlar Taksim'de yılbaşı kutlarken, Suriyelilere kurtarılmış bir vatan teslim etme işinin Mehmetçiğe kalması"ndan kaynaklı tepkilerimizi.
***
Oysa bir yandan da...
***
"Düşman bir devlet" ülkemizi işgal etmedi, ordusu topraklarımıza yürümedi belki ama 40 yıl boyunca "düşman devletler"in bütün ordu gücünü arkasına almış bir terör örgütüyle mücadele etmiş bir neslin mensuplarıyız biz de...
Bizim de sokaklarımızda bombalar patladı; en yüksek güvenlikli şehirlerin, en yüksek güvenlikli mahallelerinde, başkentin göbeğinde bile kaç kere, hem de ne şiddette...
Okullarımız tarandı...
Köylerimiz yakıldı...
Bu ülkenin de, Suriye'ninki kadar geniş bir alanında parmaklar her dem tetiğe basılıydı.
Pusular, tuzaklar cabası.
Bizim insanlarımız o cehennemden Suriye'ye sığınmadı; -belki de benzeri olmayan- bir "iç göç" dalgası yaşandı, ülkenin bütün sosyo-ekonomik-kültürel yapısı değişti ama Türkiye bu ağır yükü kendi sırtladı.
Güneydoğu'yu "yeniden yaşanabilir hale" Suriye ordusu getirmedi, Irak ordusu getirmedi, İran ordusu getirmedi;
Omuzlarımız çöktü ay-yıldıza sarılı tabutlar taşımaktan; musalla taşlarına sığmadılar... Günde kaç vakit belli değil salalar ezanlarla yarıştı... Yaşı dolmamış, ayı dolmamış şehitler verdik...
Yine de...
Nusaybin'e de, Şırnak'a da, Cizre'ye de, Cudi'ye de; elleri kınalı Mehmet'ler gitti.
Onlar da ölebilirdi -ki öldüler de-, onların da çocukları sahipsiz kalabilirdi -ki kaldılar da-, onların sevdikleri de yalnız ve çaresiz kalabilirdi -ki kaldılar da-, onların da anaları ağlayabilirdi -ki ağladılar da-; ama kaçmak, kaçıp bir başka ülkenin himayesine girmek ve orada "vatanseverlikçilik" oynamak, hele hele ülkesi cayır cayır yanarken "partilemek" hiçbirinin aklının ucundan geçmedi.
En korkağı, en keyfine düşkünü, en canı tatlısı bile en yakın banka şubesine kadar kaçtı, bedelli oldu, ama hiç değilse "bu ülkede kalarak" tavır koydu.
***
"Düşman bir devletin" değil belki ama düşman devletlerin yetiştirmesi hainlerin ele geçirdiği "dost uçakları" düşmanca saldırdılar bize de...
Hangisi daha ağır?
"Düşman uçağı" tarafından vurulmak mı;
Kendi savaş uçağının hedefi olmak mı?
Bu ülkenin Meclis'i vuruldu... Emniyet Müdürlükleri... İstihbarat karargâhları... Askerî noktaları...
Bu ülkenin ordusu darbeye uğradı; geleceğin genelkurmay başkanları, kuvvet komutanları, donanma komutanları, kurmay subayları hapse atıldı... Hiçbiri bir "Cemal Kaşıkçı" ilgisine mazhar olamadı belki ama "hücre"lerde şaibeli şekilde ne çok "sır ölüm"le sınandık.
"Hain" olmayan kimse kaçmadı; hukuku bir intikam silahı olarak kullanan iktidarın hışmına uğrama, bir "cadı avı"na dahil edilme ihtimaline rağmen, "hain olmayanlar", "abdestinden şüphesi olmayanlar" tercihini ülkesi için ülkesinde kalmaktan yana kullandı.
***
Bu ülke öyle kötü yönetildi ki zaman zaman, kaynaklar öyle adaletsiz dağıtıldı ki; bu ülkede de bebekler ana-babalarının kucağında açlıktan öldü, donarak öldü, ilaçsızlıktan öldü...
Bu ülkenin gençleri, bu ülkeyi sevdikleri için, bu ülkeyi onlardan daha çok sevdiğini iddia edenlerin kurşunlarıyla öldü, sopalarıyla dövülerek öldü...
***
Birileri bizim acılarımızı yeterince acı, bizim yaralarımızı yeterince yara, bizim gözyaşlarımızı yeterince gözyaşı bizim travmalarımızı yeterince travma, bize yönelmiş tehditleri yeterince tehdit bulmayabilir...
Ama biz Norveç'te yaşamıyoruz.
Burası Türkiye; ve biz bu coğrafyanın başımıza ördüğü belaların içinden, yara bere içinde ve "tek başımıza" geçerken ne diyorsak haklıyız;
Türk askeri, Türkiye Cumhuriyeti'nin güvenliği için Fizan'a gitsin...
Ama kimse, Türk askerine, daha fazla, 31 Aralık akşamı Taksim'de sahnelenen azgınlığın "bodyguard(!)"ı muamelesi çekmesin!