PKK bayramda, TSK yasta!
Bir polisin “terörist”likle suçlanabilmesi için o polisin ülke kanunları ve uluslararası hukuk tarafından “terörist” olarak kabul edilen bir “örgütle” organik bağının ispatlanması gerekir.
Polis, PKK’lı, El-Kaide yahut “Hizbullah” üyesi ise, onlar adına eyleme katılmış, sonradan emniyet teşkilatının içine sızmış yahut mesleğe girdikten sonra bu terör örgütlerinden biri ile çıkar ilişkisine girmiş ise artık o polis bir “terör örgütü üyesi”dir.
Aynı şey asker için de geçerlidir.
Erinden generaline, onbaşısından Genelkurmay Başkanına kadar TSK mensubu bir kişi yukarıdaki örgütlerden birine mensup ise, o örgütler adına iş yapmış ve orduya sızmış yahut orduda görev aldıktan sonra bu örgütlerle irtibata geçmiş, onlara bilgi, belge ve malzeme temin etmiş ise o kişi artık TSK’lı değil, bir “terör örgütü üyesi”dir.
Peki, İlker Başbuğ ömründe böyle kanunlarımızın veya uluslararası hukukun “terör örgütü” olarak kabul ettiği bir yapılanma ile organik bir bağ kurmuş, onlar lehine faaliyette bulunmuş mudur?
Hayır.
O, ömrü boyunca sadece TSK mensubu olmuştur. TSK bir terör örgütü müdür ki, başındaki “terör örgütüne üye olmaktan” idamla yargılanmış ve müebbet hapse mahkûm olmuştur?
Başbakan ve bütün hükümet üyeleri dâhil hemen herkes İlker Başbuğ için “yazık oldu” diyor ve ekliyorlar: “Amma hukuka saygılı olmak lâzım!”
Ben hukukçu değilim.
“Gerekçeli kararımızı görmeden konuşmayın” diyen hâkimlerin de “hukukuna saygılı” olarak, “Hukukçu olmayan” ben, bütün bu olup bitenleri gönül rahatlığı ile “hukuk işi” değil “kanun işi” olarak kabul ettiğimi beyan ederim.
Kitaplar ne yazar, bilmiyorum.
Amma “kanunun”, devleti; “hukukun” şahsı; “adaletin” ise her ikisini koruduğunu söyleyebilirim.
Hâkim, savcı ve avukat olacaklar niye “Kanun Fakültesinde” değil de “Hukuk Fakültesinde” okurlar? İşte bunun için!
Tamam, “Adalet Yüksek Okulları” da vardır amma, niye, “Hukuk Fakülteleri” bir yandan kanunları öğretirken diğer yandan adâletin tahakkuku için eğitir, öğrencilerini?
“Kanun”, “Hukuk” ve “Adalet” işte böyle “zıtların mükemmel birlikteliği” olduğu için, iki hidrojen ve bir oksijenin su olması misali, cümlesi bir arada olduğunda hayat iksiri haline gelir. Biri ortadan kalktı mı ötekiler keyfiliğin aleti olur ve bu keyfilik kifayetsizlerin eline geçerse çadırın orta direği kırılır. Orta direk kırılınca çadır çöker.
Dikkat ediniz!
Bir çöküşe doğru gidiyoruz. İster inanın, ister inanmayın T.C. tasfiye ediliyor ve ülkenin bütünlüğü tarihe ha karıştı ha karışacak...
Böyle olduğu içindir ki, Başbuğ’un “teröristlik” ve “T.C.’yi ortadan kaldırma suçlaması” ile suçlanıp “müebbet hapis cezasına çarptırılması” karşısında sızlayan vicdanları “Hukuka saygılı olmak lâzım” la susturmak Öcalan’la Başbuğ’u aynı kefeye koymak demektir.
Tekrar hatırlatalım. Öcalan için verilen karara da Başbuğ için verilen karara da vicdanlar itiraz etmiştir.
Öcalan için itiraz “Niçin idam değil de müebbet” diye olurken, Başbuğ’a verilen cezaya ise “Niçin beraat değil de müebbet” olmuştur.
Erdoğan bile Başbuğ için “Beraat etmesi lazımdı” derken Öcalan için, “Ben olsam asardım” demedi mi?
Nereden nereye gelindi..
Gelinen noktada PKK bayram ederken TSK, yas tutuyor.
Yıkanan beyinler ise PKK’nın bayramını milletin gözünden kaçırmak isterken... TSK’nın tuttuğu yası (demokrasinin) bayram(ı) diye kutluyor.
Tıpkı PKK gibi..