Millî devleti korumak ırkçılık mıdır?
Karşı çıkana ''ırkçı'' diyorsun ve bütün mesele kapanıyor değil mi? Böylece ''örtülü işgal'' ortadan kalkıyor, sınırlarının delik deşik olması önemsizleşiyor, kadınların taciz edilmemiş oluyor, bu toprakların Türklüğüne yönelik tehdit buharlaşıyor, öyle mi?
Son yıllarda ''ırkçılık'' suçlamasında üçüncü dalgaya şahit oluyoruz… İlk dalga, devletin resmî belgesinden gelmişti… 1997 yılında Millî Güvenlik Kurulu''nda kabul edilen Millî Güvenlik Siyaset Belgesi''nde ''tehdit sıralaması'' ve ''öncelikler'' güncellenmişti…
28 Şubatçılara göre, devlet için ''irtica'' ve ''bölücülük'' eşit ve birincil derecede öncelikliydi… ''Aşırı sol'' yine tehdit sayılmakla beraber, ''yumuşama'' içinde görülmüştü…
İlk defa yeni bir ''tehdit'' girecekti, Millî Güvenlik Siyaset Belgesi''ne… O da ''Türk milliyetçiliği''ydi… Türk milliyetçiliğinin sözde bazı kesimlerce ırkçılığa kaydırılmak istendiği, bu durumda ülkücü mafyanın yararlanacağı, bunun da ''irtica'' ve ''bölücülük'' gibi tehdit oluşturacağı ifade edilmişti…
Bu ''ırkçılık suçu'' dalgasının o günlerde çok konuşulmasa da devletin o günkü güvenlik bürokrasisinde ve TSK''nın yönetim katında bu şekilde karşılık bulması, millî devlet için tabii ki faciaydı… Üstelik aynı belgede "Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır" maddesi varken… Yani çözüm sürecinin taşları döşenmeye başlanmışken…
***
''Irkçılık'' suçlamasının ikinci dalgasına çözüm sürecinde şahit olduk… Sürece karşı çıkanlar, bu sürecin ülkeye böleceğine, iç savaşa sürükleyeceğine, daha çok kardeş kanı döküleceğine inananlar, çok ağır suçlamaların muhatabı oldular…
Sindirilmek istenen bu tepki, ''ırkçılık''la, ''kandan beslenmek''le, ''morg bekçiliği''yle yaftalanacaktı… Sürecin sahipleri, artık anaların ağlamayacağı bir düzen kuracaklar, sözde ret, inkâr ve asimilasyon politikalarını ortadan kaldırıp barışı sağlayacaklar, terörle mücadeleye ayrılan milyarlarca doları ekonomiye ve insanımıza aktarıp zengin edeceklerdi!.. Bu arada kan durduğu için kandan beslenen ''ırkçı siyaset ve siyasetçiler'' de tasfiye olacaklardı!.. Zaten o ''ırkçılar''ın çözüm sürecine karşı çıkmaları da bundandı!..
Peki sonuç ne oldu? Masa devrildi… Çözüm süreci, ''barış zamanı'' tıpkı asfaltın altına yerleştirilen bombalar gibi devletin kucağında patladı… Sur, Nusaybin, Cizre gibi bölgelerde gerçekleşen meskûn mahal operasyonlarında 800''den fazla şehit verdik…
İroni gibiydi şu sonuç: Dün karşı çıkanları ''ırkçılık''la suçlayan siyasî irade, o suçladıklarıyla ittifak kurdu!.. Onlara göre ''yok olması'' gerekenler, bir anlamda ''hükûmet ortağı'' oldu!..
***
Şimdi de benzer bir süreci yaşıyoruz… Sığınmacılar sorunun tıpkı çözüm süreci gibi bir millî güvenlik sorununa dönüştüğüne inanan ve devletin acil tedbir almaya zorlayanlar ''ırkçılık''la suçlanıyor… Sanki önceki tecrübe yaşanmamış gibi, büyüyen felaket, ''insanî'' veya ''dinî'' kılıflar bulunarak hafifleştiriliyor, ''erken uyarı sistemi'' gibi çalışan millî refleks ise ''ırkçılık'' suçlamasıyla mahcup hale itilmek, dışlanmak isteniyor…
Adeta dün çözüm sürecinde çuvallamamış, devleti uçurumun kenarına sürüklememiş gibi davranan irade, bugün gerçek tehdidi sütre gerisine itmek için olmayan tehdidi pazarlayarak, ''ırkçılık'' üzerinden baskı kurabileceğini hesaplıyor…
O yüzden tekrarlayayım: Dün PKK''yla kurulan o lânetli çözüm sürecine ''iktidar dışından'' destek verenlerin, neredeyse tamamının, bugün ''sığınmacılar'' üzerinden gerçekleşmekte olan ''örtülü işgal''e destek veriyor olmaları tesadüf müdür?
Bu konunun müttefikleri, dün, sürecin yanlışlığını savunanlara ''ırkçı'' diyorlardı, bugün ise sığınmacı politikasını eleştirenlere… Zaten yıpratılması gereken hedef aynı: Millî devlet, millî kimlik!..