Mesele Arapça değil, hâlâ anlamadınız mı?
Türkiye'de milli devlet yapısı tam olarak oturmamıştır.
Mustafa Kemal Atatürk'ün elinde şekillenen Cumhuriyet rejimi ilk yıllarındaki enerjisini iç ve dış meselelere ayırırken, sonraki yıllar yeni sisteme geçişin sancılarını yaşadı.
1930'larda Doğu ve Güneydoğu'da çıkartılan isyanlar yine bu süreçte yavaşlatıcı rol oynadı.
Atatürk, hastalığının en şiddetli döneminde bile Hatay meselesi gibi kritik öneme sahip konuların çözümüyle uğraştı.
1938'de Atatürk'ün erken vefatı, Türk milli kimliği üzerinde şekillenecek bir devlet modeline geçişte eksiklikler bıraktı.
Atatürk sonrasında "milli devlet" yapısının yorumlanmasında ciddi sorunlar yaşandı.
Özellikle 1960 darbesinin siyasete bıraktığı olumsuz tesirler, Türkiye'yi dışarıdan tertiplenen senaryoların figüranı haline getirmiştir. 1970-80 arasında çıkartılmak istenen iç savaş ve 1980 sonrasında ASALA ve PKK'nın etkinleştirilmesi gibi operasyonlar bu sürecin parçalarıdır.
Siyasal İslam adı verilen, İslam jargonu kullanarak siyasi çıkar elde etme furyası da yine 1980'lerden sonra giderek etkisini gösteren bir başka operasyondur.
Bu dönemde, "Din" adı altında "iyi niyetli" insanların, vatandaşların kandırılması, sömürülmesi düzeni İslami görünüp, İslam dışı oluşumlar tarafından da sürdürülmüştür.
2000'ler ise tek başına siyasi iktidarın ortaya çıktığı bir dönemdir. Siyasal İslam'ın belki en güçlü ve en kritik noktalarda faaliyet gösterdiği bir sürece de işaret eder.
Çünkü yasama, yürütme, yargı artık ideolojik araçlar halinde Siyasal İslam'ın emrine verilmeye başlanmıştır.
***
Türkiye'de Cumhuriyetle kavgalı iki grup vardır. Birincisi Kürt ırkçılığına dayalı Kürtçülük hareketleri, ikincisi ise Siyasal İslam hareketleridir. Bu iki grubun Cumhuriyetle kavgasının özünü de Türk kimliği oluşturur.
Çok dilli bir yapı isterler, İstiklal Marşı'nın değiştirilmesini teklif ederler, "Türk" demenin belirli bir grubu işaret ettiğini ileri sürerler. Türk'e ait değerleri yıpratmak için de yasal ve yasadışı tüm yollara başvurmaktan çekinmezler.
İşte 2000'li yıllar AK Parti özelinde olmasa da Türkiye'de bir zihniyet değişimini tetikledi.
Sermaye yapıları Orta Doğu eksenli çok uluslu firmaların eline geçmeye başladı,
Dış politika kapsayıcılığını yitirip İslam'ın meselelerine kafa yoruyor gibi gözükse de Türkiye'nin yeni darboğazlara girmesine yol açtı,
Dış politikadaki yanlış hamleler tarihin en büyük göç hareketlerinden birini yaşamamıza neden oldu,
Tabelalarımızda, eğitim yapımızda, ticaretimizde Arapça bir dayatmaya dönüştü,
Akademide yükselmenin ölçütü, bir takım tarikat ve cemaatlerin ritüellerine uyma noktasında değerlendirildi,
TBMM'de, TBMM'yi kuranlara hakaret edildi,
Kurucu unsurlara yönelik saldırılar sistematik bir hâl aldı…
Tüm bu gelişmeler Türkiye'deki Araplaşma girişimlerini de etkiledi.
Türkiye'de yaşayan Arap Aydınlar Çalıştayı,
Arapça Kitap Fuarı ve Günleri,
Arapça tabela, hastane hizmetleri,
Arap sermayesinin medyayı satın almaya başlaması,
Arap kültürünün her yanı sarması…
'Kur'an dili' denilerek Arap kültürü özentili etkinlikler düzenlenmesi…
İşte böyle bir tabloda üniversitede Arapça günü de kutlanır, İstiklal Marşı'nı Arapça okumaya da kalkarlar.
Cumhurbaşkanlığı ya da YÖK'ün üniversitelere "el altından Araplaşma faaliyetleri sürdürün" diyecek hâli yok.
Mesele, siyasi atmosferden kaynaklı Araplaşma hareketlerinin "ümmet" adı altında kabul görmeye, meşruluk kazanmaya başlaması meselesidir.
Üniversitede Arapça İstiklal Marşı okunması da bu değişimlerin neticesidir.
Mezuniyet töreninde "her yerde İstiklal Marşı okunmamalı" diye programa koymayan üniversite yönetimi, "milli marşımız olmadan mezun olmam" diyen öğrenciye uzaklaştırma cezası verdi. İşte aynı üniversite UNICEF'in "Dünya Arapça Günü"nü bahane ederek okulda (Türkiye'de ilk kez) Arapça günü kutladı ve İstiklal Marşı'nı da Arapça okutturdu; Arapça tiyatrolar, paneller, broşürler… Arapça'ya övgüler, methiyeler…
Şimdi bu tabloyu iyi okumak gerekiyor. Türkiye'de siyasetin, gücün gözüne girebilmek için bu gibi faaliyetler sanki "İslam'a hizmetmiş" gibi lanse ediliyor.
Alakası yok. İslam, "Arapça öğrenin" demez… İslam, Arapça bilene daha farklı vaatlerde bulunmaz. İslam'ın nüvesi, insanı, bireyi esas alır. Bireyin yaptıklarının, düşündüklerinin onun cezası ya da mükafatı olacağını, yaşamın başladığı gibi sonlanabileceğini belirtir. Faniliği ve kulun aczini hatırlatarak, ahiret sonrasına işaret eder.
Dolayısıyla Türkiye'de Arapça adı altında Araplaşmayı değil, İslam'ı doğru okumalı, idrak etmeliyiz.
Çünkü önü alınamaz bir şekilde Araplaşma tehdidiyle karşı karşıyayız. Milli devlet yanlısı görülen kişi veya kurumlar bile bu operasyonun birer parçası halinde rol alıyorlar.
Kendilerini İslam üzerinden meşrulaştırıp, vatandaşa "kul" muamelesi yapıyorlar.
Arapça öğrenilebilir, öğrenilmeli de… İngilizce, Fransızca, Almanya ya da diğer diller de…
Ancak bu öğrenme kendi kültürünü kaybetme, kendi kültürünü değersizleştirip kimliksizleşme hareketlerine dönüşüyorsa, büyük bir tehdit doğar.
Türkiye de bu tehditle başa başa…