Kırmızı alarm!
Değerli, iyi yetişmiş, genç bir ekonomist arkadaşımla ekonomimi değerlendirdik. Bu sohbetin bereketini sizlerle de paylaşmak istedim. Dünyanın büyük ekonomileri, Batı’daki durgunluk ve Doğu’daki yavaşlamayı bertaraf etmek için karşılıksız para basıp ekonomilerini canlandırmaya çalışmaktaydı. Ancak, enflasyon baskısı yüzünden para basma politikasından vazgeçtiler. Bu durum Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilere yurt dışından para girişini durdurduğu gibi para çıkışlarını da artırdı. Gelişmekte olan 20 ülkenin borsalarının 17’sinde sene başından bu yana ortalama %13’lük değer kaybı yaşandı (Türkiye’de %16). Türkiye; cari açık sorununu, yurt dışından gelen sermaye ile finanse eden bir ülkedir. Bu gelişmeden yine olumsuz etkilendi ve 1,5 yıldır düşme eğiliminde olan cari açık ile dış ticaret açığı Nisan’dan itibaren yeniden yükselişe geçti. Son yıllardaki ekonomik büyüme; üretim artışı ve ihracat artışıyla sağlanmıştı. Buna rağmen, bu yükseliş ithalat ve döviz cinsinden borçlanma ile elde edildiğinden, yurt dışından gelen sermayenin kesilmesi döviz stokunu tehlikeye soktu. Bunu reel sektör ve mali sektör açısından ayrı ayrı değerlendirelim:
l Reel sektörün döviz borcu karşılığında ne kadar döviz stoku ve döviz alacağı var diye baktığımızda durumun gittikçe kötüleştiğini görüyoruz. Reel sektörün net döviz pozisyonundaki açık 2002 senesinden bu yana 23 kat arttı. 2010 senesinden bu yana son 2,5 senede bu açık %63 artarken aynı dönemde ihracat artışı %33’de kaldı. Bu durum yurt dışından sermaye girişinin kesildiği bir ortamda, gittikçe döviz batağının içerisine daha fazla batmak anlamına geliyor.
l Merkez Bankası’nın 120 milyar dolar civarındaki döviz stoku ise bu açığın %80’ini dahi finanse etmeye yeterli değil. MB’nın son günlerde döviz satışı yapmak suretiyle piyasaya günde 7 kereye varan müdahalelerinin dahi ateşi söndürememesi bu sürüklenişe işaret ediyor.
l Döviz kurunun yükselmesi şirketlerin üretim maliyetleri ile genel giderlerini arttırdığından ayakta kalabilmeleri zorlaşıyor. Türkiye’deki 89 organize sanayi bölgesinde 1.710 tesis şu anda gayri faal durumda. Türkiye’nin lokomotif sektörlerinden inşaat sektöründe de benzer bir gelişme mevcut. Konut satışları 2011’den bu yana düşmekte.
l Mali sektörde de durum farklı değildir. Bankalardaki kredi tutarları mevduatı aştı. Kredi/mevduat oranı %108. Kredilerin finansmanında mevduat yetersiz kaldığından bankalar yoğun bir şekilde dış borç temini ile kredi vermeye devam ediyor. Bu da döviz açıklarının gittikçe artmasına sebep oluyor.
Bütün bu gelişmelerin sonucu ortaya çıkan tablo endişe vericidir. Reel sektörün kredi ve üretim maliyetleri, genel giderleri artmaktadır. Sanayi üretimi düşmekte, ithalat artmakta, döviz açığı büyümekte ve tasarruflar azalmaktadır. Türkiye ekonomisinin asırlık sorunu sermaye yetersizliğidir. Tasarrufların artmaması, ekonomi için gerekli olan sermaye ihtiyacında ülkeyi sürekli dışa bağımlı tutmakta. Türk halkı tasarruf etme bilincine sahip değil. Halk borçlanma eğiliminde ve daha da borçlanmaya teşvik edilmekte. Hane halkının kredi kartı ve bireysel kredilerle borçlanması ekonomiye canlılık kazandırmış görünmekle birlikte, borçların ödenme kabiliyeti düşmekte ve bu yine reel sektöre zarar vermektedir. Kredi kartı borçları son 2,5 senede 2 kat, tüketici kredileri de üçte iki oranında artmış olmasına karşılık ne üretim ne tasarruf ne de ihracatta böyle bir artış yoktur.
Satın alma paritesine göre dünyanın en büyük 16. ekonomisi olan Türkiye 10 sene sonra 10. olabilmek için 2 kata yakın büyümek zorundadır. Fakat hem büyüme hızı gittikçe düşmekte hem de döviz ve sermaye kıtlığı sorunu ağırlaşıyor. ABD ve AB arasında devreye girecek olan serbest ticaret anlaşmasına mukabil Türkiye bir hamle yapamazsa Avrupa’ya ihracatı azalacak ve döviz sorunu daha da içinden çıkılmaz hale gelecektir. Turizm gelirlerinde 2010 yılından bu yana sağlanan %10’luk artış bu eksiği kapatmaktan çok uzaktır. İktidar, bu gerçekleri görmek ve silip attığı kurumların değerini bilmek zorundadır. Bunların başında Devlet Planlama Teşkilatı geliyor. Plansız bir ekonomi siyasetiyle geldiğimiz tablo ortadır. Serbest piyasa ekonomisinin üreticiyi sermayeye mâhkum eden tutumuyla sosyal yapımızda açtığı onulmaz yaraları ne zaman göreceğiz? Ayakta kalmamız; geçmişin tecrübelerini değerlendirmemize ve “ben bilirim” iddiasından vazgeçmemize bağlıdır. Ekonomi böyle iddialarla yönetilmiyor.