Kafa değişmedikçe...
Bölücü terör azgınlaşarak devam ediyor. Bir türlü değiştirilemeyen 14 yıllık hatalı (tehlikeli) siyaset devam ettikçe de önlenmesi mümkün görülmüyor. Çünkü hastalığın teşhisi yanlışsa, tedavi doğru olamaz. Çok yazdık, bir daha tekrarlayalım. Hastalığın adı "bölücü terör" değil mi? Evet. Bu gerçek inkar edilebilir mi, hayır. Kısaca amaç "vatanımızı bölmek", araç ise "terör"dür. Öyleyse amaçtan soyutlanarak, yahut amaç meşrulaştırılarak araç olan terörle mücadele mümkün olamaz. İşte 14 yıllık siyasetin temel hatası (tehlikesi) buradadır. 2005'te, Türkiye-AB Karma Parlamento Bşk. Yrd. Andrew Duf; "Türk Devleti terör örgütüyle masaya oturmadıkça sorun çözülmez... Binalardaki Atatürk resimlerini görmek istemiyoruz, Bu zihniyetle Avrupa Birliği'ne giremezsiniz'' diyordu. (Türkiye'nin Etnik Yapısı s.367) Yaşananlar, AB'ye girmek veya "Yeni Türkiye"yi etnisitelere göre kurmak istediğimiz, ya da, iki proje uyuştuğu için mi meydana geldi, düşünmeliyiz.
Bunun içindir ki ülkemizi PKK/KCK ile bölüşmeye varan gizli pazarlıklar yapılmış ve mutabakatlara varılmıştır. Bunun kesin delilleri Habur, 5 defa Oslo ve 5 defa İmralı pazarlıklarında ve hazırlanan yol haritalarında görüldü.
Bölücü terörün ezildiği önceki dönemde güvenlik güçlerimiz dağlarda, ovalarda ve şehirlerde "alan hakimiyeti stratejisi" uyguluyordu. Bu dönemde ise, strateji değişmiş, güvenlik güçlerimiz karakol ve kışlalara çekilerek operasyon yapamaz duruma gelmişti. İşte PKK/KCK bu dönemde şehirlere indi. Her taraf bomba, roket gibi her çeşit ağır silahla dolduruldu. "Özyönetim" çalışmaları başlatıldı. Bu değişimin adına da "çözüm süreci" denilmişti.
Daha sonra, şehir terörüyle mücadele dönemi başladı. Kahraman askerimiz, polisimiz ve köy korucularımız teröristleri buralardan söküp attı. Bir defa daha anlaşıldı ki, bölgedeki vatandaşlarımız devletimizle beraberdir; ayrılıktan değil birlikten yanadır. Bütün bu olaylardan ders alındığı ve gerçeklerin görüldüğü düşünüldü. Nitekim Cumhurbaşkanı, "Ne istedilerse verdik. Ama iyi niyetimiz kötüye kullanıldı, istismar edildi, çözüm süreci bitti" dedi. Türk Milleti bu açıklamayı büyük bir memnuniyetle karşıladı. Ancak bölücü terörün arkasındaki bazı iç ve dış çevreler telkin ve baskılardan vazgeçmedi. Bazı köşe yazılarında ve TV programlarında "çözüm sürecine dönülmeli" sesleri duyulmaya başlandı. ABD, AB ve geçen gün gelen şu Barzani bile "Siyasi çözüm için barış süreci başlatılmalı" demiş ve "teröristbaşının devreye sokulmasını" istemiş!..
Hepimiz Türk vatandaşıyız
Herhalde bütün bunlara cevap olarak Başbakan Binali Yıldırım 2 Eylül'de hükümetin 100'üncü günü münasebetiyle şunları söyledi: "Çözüm, mözüm yok kardeşim. Çözüm vatandaşta. O fırsatı kaçırdılar. Vatandaşla aramızdaki bu hainleri çıkaracağız. Kürt vatandaşlarımızı, terör örgütü başına bela olmadan kurtaracağız. Çünkü bu terör örgütlerinin Kürtler diye bir sorunu yok. PKK terör örgütü sorunu var." Bu cümleler hükümetin kararlılığının bir ifadesi olarak görüldü. Ancak, "Kürt vatandaşlarımız" ifadesi üzerinde durulmalıdır. Çünkü bu, ayrı bir devlet ve millet peşinde koşan PKK'ya aittir. Cümlenin doğrusu "Kürt kökenli vatandaşlarımız" olmalıdır. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan herkes Anayasanın 66'ncı maddesine göre Türk vatandaşıdır, 10'uncu maddesine göre kanun önünde eşittir, 6'ncı maddesine göre de egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Bunun dışında bir vatandaşlık olamaz. Bütün dünyada olduğu gibi sosyolojiye, hukuka ve siyasete en uygun ifadedir. Başbakan Yıldırım yukarıdaki ifadeyi belki eski alışkanlıkla veya sürç-i lisan sonucu söylemiş olabilir.
Başbakanın bu konuşmasından 10 gün sonra İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun bir icraatı oldu ki kabulü mümkün değil! İlçe Belediyesi kayyumu yapılan Diyadin Kaymakamı Mekan Çeviren, ilk iş olarak belediye binasını Türk bayraklarıyla donatıyor. Daha sonra Kürtçe Diyadin Belediyesi yazan levhayı kaldırıp, Türkçe tabelayı muhafaza ediyor. Bir devlet kurumundaki, bu düşmanca işgali kaldıran Kaymakam tebrik edileceği yerde, adeta tekzip ediliyor. Anayasaya aykırı uygulama yapan Soylu, şöyle bir de fetva veriyor; "Meselemiz terördür. Kürtçe bizim dilimizdir. Diyadin Belediyesi'nin tabelası hemen asılacaktır."
Soylu, "meselemiz terör" derken, bölücülüğü mesele olarak görmemiştir. Kürtçe, yerel dillerimizdendir, toplumda serbestçe konuşulur, engellenemez. Ama devlet dili değildir, Belediye ise devlettir. Kamuda, çoğunluğun değerlerine göre kurulan devletin dili esastır. Bilindiği gibi devletimizi de bağlayan uluslararası hukuka ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin bir çok kararına göre dil, egemenliği belirleyen kurumdur. Devlet ve her kurumu işlerini bu dille yapar. Anayasamız "Devletin Dili, Türkçe" diyor. Buna itiraz edenler, o devletin egemenliğine isyan eden bölücü örgütler veya yıkıcı emperyalistlerdir.
Ümit ederiz ki bu taze bakan, devlet dili ile yerel dilin ne olduğunu birbirine karıştırmış olsun!.
Kafa değişmedikçe terör bitmez...