İstanbul gitti ağlayan var mı?
İsa Yıldırım adlı okurumun iki günlük İstanbul izlenimleri bana bugünkü yazıyı kaleme aldırdı. Hatırlayın, Yıldırım'ın anlattıklarının özetini dün yayınlamıştım. Adalardan İstanbul'a bakışında gözlemlediği ve ucube diye tanımladığı dikey/çarpık binalar şeklindeki tespitine hak vermemek elde değil.
Yahya Kemal'in "Ankara'nın nesini seviyorsun" diye soranlara verdiği cevaba bayılırım; "İstanbul'a dönüşünü". Bunu bütünlemek için Ahmet Muhip Dranas'tan bir dörtlüğü buraya alacağım.
Bir Tanrı ve tarih güzeli, tabu;
Güneş ve sular mucizesi bir giz...
Her zaman sonsuz elbet, İstanbul bu.
Kör olan belki de biziz... Kalbimiz.
Babamın görevleriyle dolaştığımız Anadolu'nun lezzeti başkaydı. Daha sonra seçim gezileriyle attığım turlar ayrı güzelliklerdi. Ama İstanbul bambaşka. Düşünün ben İzmir, ağabeyim Isparta doğumlu,. Bu devlet memuru bir ailenin doğal sonuçları. Kütüğümüz ise İstanbul Fatih-Fener. Daha derin köklerimizi ise çok önceden yazmıştım.
İlle de sur içi
Kendi adıma tüm hayatımı "eski İstanbul"da geçirdiğimi söyleyebilirim. Hani eskilerin "sur içi" diye tanımladığı alanda. Hatta çalıştığım gazete ve dergiler de hep buradaydı. Medyanın büyük bölümü İkitelli'ye göç etti. Ben eski İstanbul'da devam ettim. Şu anda dahi yazarlığı sur içinde sürdürüyorum. Galiba göbek bağım buralarda bir yerde gömülü.
Tesadüfe bakın tam şu anda TRT Nağme'de "Işık Yavuz'la İstanbul" adlı program başladı. Yazarken bir yandan onu dinliyorum. Yavuz'un ilk cümlesi Aşiyan'la ilgiliydi. "Notalarda İstanbul" diye başladı sonra devam etti; "Galaksiden dönüşte uğrayacağım sana İstanbul. Tanırım seni kalsa da tek minaren" diye sürdürdü. Peşinden Der-saadet şarkıları başladı.
Yavuz'un söz ettiği Aşiyan ile Akıntıburnu arasında tuttuğum balıkları hatırladım. Yekta adlı arkadaşımın kıçtan takma motoruyla avladığımız kofanalar yüzünden geçirdiğimiz batma tehlikesini bugün dahi anımsıyorum. Fener iskelesine dönebilmek için balıkların çoğunu sahildekilere dağıtmıştık. Nereye gitti o lüfer sülalesi? Hepsinden önemlisi, "Nereye gitti o İstanbul?"
Bir ara Amerika'ya uzandım. Burası mekanım oldu. Pek çok insanın gitmeye can attığı bu ülkede Green Card bile aldım. Sonra "Benim ne işim var buralarda" diye sordum. Neticede dayanamayıp döndüm. Hani meşhur laftaki gibi oldum. Az daha Atatürk Havalimanı'nın pistini öpecektim. Daha sonra yurt dışına pek çok kez çıktım. Bunlar farklıydı. Nasılsa dönüş biletim cebimdeydi.
Her şeyimiz ayrı
Bizim kahvehanelerimiz bile başka. Hiç tanımadığınız bir yerdekine girersiniz; "Merhabalar" başlar. Yetmez herkes tek tek selam verir. En gariban köylü bile hatırınızı sorar. Londra'da ihtiyacı olana 25 peni, New York'ta 50 sent vermezler.
Oysa bugün megakentte herkes yine de birbirine yardım ederdi. Şimdi durum farklı hale geldi. Mahallelerde yaşayanların imecelerini bilen kaç kişi kaldı? Dar sokaklardaki ahşap binaların birer birer yıkılmasıyla İstanbul özelliğini ve güzelliğini yitirdi.
İnsanlar artık aynı apartmanda oturup birbirlerini tanımaz haldeler. İşte bunlar da "gönül ucubeleri". Eski İstanbul'un sembol hayvanları bile teker teker yok oldular. En hızlı azalanlar kumrular. Yuva kuracakları ortam bırakmadık. Köstebekleri, kaplumbağaları artık göreniniz var mı?
1950'de nüfusu 650 bin olan şehrin bugünkü durumu meydanda. Sadece kayıtlı insan sayısı 17 milyon. İstanbul trenlerle otobüslerle taşınanların istilasına uğradı. Acıklı olan "Der-saadetin geleneksel kültürü" de yok oldu gitti. Artık taşradan gelenlerin mahalleleri, semtleri, ilçeleri oluştu. İnsanlar taşralılaştı. İnanın "artık yaşadığım ve ihtiyarladığım" bu şehri tanıyamıyorum. Hatta "yadırgıyorum".
İç içe
Şimdi "Biz denizle kucak kucağaydık" desem acaba bunu kaç kişi anlar? Profesyonel değildik ama, tutuğumuz balıklarla tüm sokağımızdakiler doyardı. Samatya'dan Büyükçekmece'ye kaya midyeleri toplardık. Laf aramızda en lezzetlileri hâlâ Burgaz Adası'nın Kalpazankaya'sından çıkarılır.
"Leb-i derya" İstanbul'a has bir deyimdi. Bu, denizin dudaklarında hayat sürme anlamındadır. Dedim ya, Haliç'te tuttuğum balıklar bugün Marmara Denizi'nde yok. Sadece bu kentin görüntüsünü değil, canlılarını da bitirdik.
İstanbul'u öldürdük, ağlayan yok... Gün gelecek bunları kaleme alacaklar da olmayacak. Sonra başlayacaklar bağırmaya; "Nereye gitti bu İstanbul?". Cevabı çok basit "Kendi gitti, adı kaldı!"