Hukuk devletinin sonu
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Zafer Başkurt ve İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Erkan Canak, Adalet Bakanlığı’nın isteği üzerine bu görevlerinden ve başkanlık makamlarından Yeni HSYK tarafından alınarak üye hakim olarak Gebze ve Sakarya’ya atandılar. Bu atamalar 10 Ağır Ceza Mahkemesi’nde 196 general ve subayın yargılanacağı Balyoz iddianamesi yargılamasının başlamasından 48 saat önce gerçekleşti. İki ağır ceza mahkemesinin reislerinin görevlerinden alınma gerekçeleri ise haklarında süren soruşturmalarmış. Peki, soruşturmalar sonuçlanmış ve haklarında hukuki bir karar veya bir yargı kararı çıkmış mı? Hayır.
Üstelik, eğer bir hakim İstanbul’da ağır ceza mahkemesi reisliği yapamayacak durumda ise Gebze veya Sakarya’da ağır ceza mahkemesi üyeliği yapmasının kabul edilebilir olduğu söylenebilir mi? Bu iki ilde ağır cezada yargılananlar daha “kötü” hakimleri hak ediyorlar da, İstanbul’da yargılananlar daha iyi hakimleri hak ettikleri için mi bu atama yapıldı? Bu iki hakimin görevden alınmasının nedeni hükümetin istediği kararları vermemeleri. Erkan Canak, Albay Dursun Çiçek’in tahliyesi yönünde oy kullanmış. Zafer Başkurt ise Ergenekon davalarında uzun tutukluluk sürelerine itirazları ile tanınıyor. Prof. Haberal’ın mahkum ettirmediği tek hakim olarak tanınıyor.
Özetle, AKP Hükümeti Anayasa’nın 138. Maddesinde yer alan “Hakimler görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler” hükmünü içine sindiremiyor. Bundan dolayı AKP Hükümeti hoşuna gitmeyen yargıç ve savcılarla uğraşıyor, onları baskı altına alıyor, haklarında daha varlığı bile ispatlanmamış bir terör örgütü üyesi olduğu iddiası ile telefonlarını dinletiyor, izletiyor ve otel odalarına baskınlar düzenletiyor.
Başbakan Erdoğan’ı 3 kuruş para cezasına mahkum eden hakim Sevgi Övüç’ün odası günlerce Adalet Bakanlığı müfettişleri tarafından basılarak inceleniyor. Hakkında dava dosyalarını geciktirmek ile ilgili suçlama yapılıyor. Sincan hakimi Osman Kaçmaz’ın Cumhurbaşkanı ile ilgili yargılanabilir kararını almasından sonra üzerinde kurulan baskılar demokratik bir ülkede hükümetin gitmesi ile sonuçlanır. Ancak, Türkiye’de üzerinde bile durulmuyor.
12 Eylül Referandumu öncesinde hukuk devleti ve demokrasinin ancak kuvvetler ayrılığı ilkesi ile mümkün olduğunun altını çizerek, hiçbir hükümetin yargıyı kontrol altına alabilecek noktada olmaması gerektiğini savunduk. Sürekli altını çizdiğimiz husus, yasama ve yürütmeyi denetim altında tutan iktidar partisinin/yürütmenin eylemlerini bağımsız olarak denetleme noktasında olan yargının bu işlevini yerine getirebilmesi için kuvvetler ayrılığının muhafaza edilmesi gerektiğini savunduk.
Artık bir devlet partisi olan AKP zayıf ve yanlış bir tezi elindeki kapsamlı propaganda imkanları ve devletin bütün kaynaklarını seferber ederek topluma dayattı. İllerde valiler ilçelerde kaymakamlar muhalefet partilerinin il ve ilçe başkanlarının karşısına dikildiler. Sonuçta ortaya % 58 “evet”, % 42 “hayır” çıktı. Evetlerin % 58 çıkması doğru bir sonucun çıktığı anlamına gelmiyor.
Ne yazık ki çıkan her “evet” oyu Türkiye’yi biraz daha demokratik hukuk devletinden uzaklaştırdı. Bu durumu geçte olsa en erken görenlerden birisi de “Demokrat Yargıçlar ve Savcılar Derneği” oldu. Ve yanlışlarını düzeltmek için eş başkanlarını görevden uzaklaştırmak yoluna gittiler. Ancak onlar da artık hükümetin baskısı ve tehdidi ile karşı karşıyalar.
Newsweeek dergisinin başyazarı Fareed Zakaria, “Batılı yönetim modelini en iyi simgeleyen şey halk plesibiti değil, bağımsız yargıçtır” derken, yargının bağımsızlığının demokrasi için olmaz ise olmaz olduğunun haklı olarak altını çizmektedir. (Özgürlüğü Geleceği-Yurtta ve Dünyada İlleberal Demokrasi, İstanbul 2007, s.21) Türkiye’de bağımsız yargıçlık kurumu HSYK’nın aldığı son karardan sonra büyük bir tehdit altına girmiştir.
12 Haziran 2011’de yapılacak seçimlerin Türkiye için milli birlik ve demokrasi mücadelesi anlamına gelmektedir. 12 Eylül’de duygusal bazı gerekçeler ve tepkilerle “evet” demiş olan bütün Türk milliyetçileri Türkiye’nin AKP tarafından otoriter, etnik merkezli, federal bir başkanlık rejimine doğru sürüklendiğini görmektedirler.
AKP’nin önümüzdeki seçimleri anayasayı değiştirecek bir çoğunlukla kazanması durumunda Anayasa’dan “Türk milleti” kavramını çıkarılacaktır. Bu Türk milletinin Malazgirt meydan Savaşından buyana Anadolu üzerindeki hukuki ve siyasi egemenliğinin sona ermesi, Türk milletinin bir siyasi ve hukuki varlık olmaktan çıkarılması anlamına gelmektedir.
12 Eylül öncesinde Türk milliyetçilerinin AKP zihniyeti için yaptığı tanım “dışı yeşil içi kızıl” tanımıydı. Bu tanımın anlamı, “Müslüman gibi görünüp, Türk milletine ve devletine” komünistler gibi düşman oldukları idi. Türk milliyetçilerinin bu tanımlamasının ne kadar sağduyulu olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. 12 Haziran 2011, Türk milletinin hukukunu, egemenliğini ve demokratik hukuk devletini savunmak için son şanstır. O gün bütün Türk milliyetçileri doğru yerde olacaklardır.