Hazıra dağlar dayanmaz
Hayır, ekonomi yazacak ve sizi şaşırtacak değilim. Ben yine insan ve hayat üzerindeyim. Yaşama kültürümüzü zehirleyen ve boğan illetlere ilgisiz kalamam, kalınamaz. Maaşını zor idare eden bir adam olsam da geçinme derdimizi ve nasıl yaşadığımızı yüzünden değil, çapıma göre derinden anlamak derdiyle dertliyim.
Hafızam, zihnim hemen her durumda tarihe gider. Yaşadığımız kadarını ve yaşadığımız haliyle bildiğimle kendi halimce söylemeye çalışırım. Meselenin basit tarafını hepimiz biliyoruz. “Ben ekonomistim” diyerek batıranlara baktıkça halkın onlardan daha iyi ekonomi bildiğini söyleyenler yerden göğe haklılar.
Evet, dar bütçesiyle hayatını devam ettirmeye çalışan sade vatandaş, verdiği vergileri çarçur ederek memleketi batağa sürükleyenlerden daha iyi tedbirler söyleyebiliyor. Atalar sözü “İşten artmaz, dişten artar” der. İsrafın ondurmayacağını ve tasarrufun gerekliliğini böyle formülleştirir. Şimdi bu söz, “ekonomistim” diyenlerin derde deva olmaktan uzak hamlelerine, şatafatlı hayatlarına, halkın kesesinden etraf beslemelerine ölçülü ve örtülü bir isyan gibi duyuluyor. Yönetenler, israfa battıkları yerden bir türlü çıkamıyorlar ve batırıyorlar. Bunu görmemek olmaz.
Borç üstüne borç
Battıkça yaptığımız iki şey var: Ya elimizde ne varsa satılığa çıkarıyoruz, ya da ondan bundan borç dilenerek yine çarçur etmeye devam ediyoruz. Borç, borçları çoğaltmak için alındığında açık büyüdükçe büyür, büyüyor. Ekonomi bakanı dünyayı dolaştı, borç dilendi ve netice alamayınca “eldekileri satacağız” dedi.
Niçin hazırı tüketiyoruz? Çünkü aldığımızı ödemekte zorlanıyoruz ve yeterli üretim olmayan yerde yeni borç bulmak kolay olmuyor. Borç veren karşılığını görmek istiyor. Şartlar ağırlaşıyor. İmparatorluğumuzun son dönemlerindeki gibi “Sana borç veririm ama bana şunu ipotek et ve şu kadar da faiz ver; çünkü senin durumun riskli…” diyorlar. Böyle giderse -Hak saklasın!- “Düyûn-u Umûmiye”ye kadar varacak durumlar olur.
Çağdaş “Düyûn-u Umûmiyye”
Atatürk’ün ve Cumhuriyet Türkiyesinin borcu sevmemesi önemli bir husustur. Yakın tarihi yaşadıkları ve başımıza gelenleri bildikleri için sevmiyorlardı. Olanları ders gibi hatırlamak ve okutmak gerek.
Deyn borç demek. Düyûn çoğulu. Kırım Harbi’nden önce Sadrazam(Başbakan) Reşid Paşa’nın yaptığı ilk borç anlaşması kanımıza dokundu ve büyük tazminat ödeyerek iptal ettik. Psikolojik eşiğin aşılması çok sürmezdi, sürmedi. Kırım Harbi(1853-56) sırasında 1854’de borç almaya mecbur olduk. Bizi, uçan kuşa borçlu hâle getiren hadise oydu.
Düşünün, 1854’ten 1874’e kadar on beş dış borç anlaşması imzalandı. 93 Harbi’nden sonra, bir o kadar daha katlandı. Bu kadar borç alıp ödeme güçlüğü çekince Batılılar, yeni bir kurumu, Düyûn-u Umûmiyye’yi şart koştular. Bazı gelirlerimiz karşılığında para verirlerken bu sefer bazı idarelerimizi doğrudan-dolaylı onlar yönetmeye başladılar. Meşhur Reji(bugünkü Tekel) idaresi onlardandır.
Cihan Harbi’ne girdiğimizde de durumumuz buydu. İstiklâl Harbi’nin sonuna kadar on yıl savaşırken de buydu. Halkın nesi var nesi yoksa vermesiyle ve temiz kanlarını dökmesiyle zafere ulaştık. Tam bir Ergenekon’dur. Destan içinde destandır.
Yeni dönemlerin “Düyûn-u Umumiye”si
Cumhuriyet döneminde de Osmanlı Türkiyesinin bize düşen borçlarını ödedik.
Şimdi şartların oraya varmayacağını biliyorum ama gidişimiz endişe verici. Alacaklıların, borç vereceklerin şurayı ben işleteyim de borcumu alayım.. demeye başlamaları uzak bir ihtimal görünmüyor. Yap İşlet Devret’in bize has uygulaması da bu göbekten bağlılığı ve çok yönlü sömürülmeyi getirdi. Körfez sermayesine benzer sözler verildiğini de okuyunca yakın tarihi düşünerek endişelenmekten kendimi alamadım.
Hâlbuki Türkiye bu duruma düşmez. 1881 şartlarında değiliz. İflasa yakın olsak bile değiliz. Çıkış yolumuz var. Ekonomiyi ve dünyayı iyi bilenlerimiz çok. Doğru tedbirlerle buradan kolayca çıkarız. Yalnız bunun için niyet ve kararlılık lazım.
İlk şart çok açık
Tek kural benim dediğimdir demekten vazgeçmek ve konulmuş ilkelere kesinlikle uymak. Öngörülebilir, bağımsız mahkemelerin bulunduğu, halka hukuka riayet edilen bir ülke olursak her şey kolaylaşır. Bu durumda, krizden çıkışı kendi başınıza halledemiyorsanız, dünyada yardımcı kurum ve kuruluşlar var. Onlara başvurursunuz. Biri ve en iyisi IMF’dir.
Krizli dönemlerde IMF'ye gitmek yanlış değildir. IMF en ucuz danışmanlık ve program veren yerdir. Şirket değildir, devletlerin ortak olduğu bir kurumdur. Biz de ortağıyız. Çok zaman kurtarıcı rol oynar. Çünkü onun dediğine uymak zorundasınız. Yoksa açtığı kredinin kalan bölümlerini vermez. Yani sizi kontrol eder. İsrafa, şatafata bırakmaz.
IMF program dayatmaz
Programa elbette kendiniz karar verirsiniz ve IMF de onayladığı bu yol haritasını sıkı takip eder. Biz bunu birkaç kere yaptık. Mesela AKP iktidara gelmeden 1999 krizini IMF ile anlaşarak kısa sürede aştık. Krizin son cılız etkileri kalmışken yeni iktidar geldi. Yirmi yılda daha beterlerine düştük. İletişim kanallarını karartarak bunları konuşturmuyoruz.
Mesele kredi ve borç değil, aslında krizden çıkış programıdır. Öyle olursa kredinin bir manası var.
Mesela, şimdi borç arıyoruz. IMF’ye gitmedik ama kardeşi Dünya Bankası’na gittik. 32 milyar dolar kredi geliyor. Bu yetmez. Doğru dürüst bir programla daha çok para alır ve verdiğimiz güvenle yatırım çekebiliriz. IMF şeytan değildir.
Gerçeği gizlemek şeytanlığı davettir
İçimizdeki şeytan başkadır. Hakikati boğmak şeytanlıktır. Nasıl boğarsanız boğun, karartın, gizleyin.. asıl şeytanlık oradadır. "IMF devri kapanmıştır.." deniyor da onun için bu notu yazıyorum. Keşke bitse, bitmediği görülüyor. İşte Dünya Bankası’na gittik, bazı farklarla aynı şeydir. Esasen IMF mesele değil, "Krizler bitmiştir.. " demek önemlidir.
İçimiz yanarak tekrar edeceğimiz husus şudur: Kriz varsa, gerekenleri yapmıyor, israfı önlemiyor, tasarruf sağlamıyor, kendinizi sıkmıyorsanız sizi kimse kurtaramaz. Bu sıkı rejime uymamak için IMF’ye gitmem derseniz de olacak budur. O zaman tefeciye gidersiniz; çünkü problemi çözmek için doğru yolu aramadığınız anlaşılır ve bu durumda size olan güven kaybolmuştur. Şimdi o durumdayız.
İşin tuhaf yönleri bir değil ki.. Bu haldeyken, faize boğulmuşken ve faizle yaşarken faize karşıyım demenin ne manası var? Faizle borç ararken ona, şuna, buna faize karşıyım diye gürlersek sıkıntı büyür. Bu yalan yanlış sözlerle büyüdü. En büyük faizcilik faize karşıyım diyenlerle geldi.
Liyakat ve ehliyeti kovunca
Mesele insan kalitesinde düğümleniyor. İyileri kovduğumuz devlet hayatında işler arapsaçına dönüyor. Ahlâk zaafı öne çıkıyor. Akıl eksikliği öne çıkıyor. Sorumluluk duygusu kayboluyor. Kan emici, köşeyi dönücü bir sınıfa yollar açılıyor.
Bu durumdan nasıl çıkacağımızı düşüneceğiz. Kafalar çok karışık demek için bile kafa lazım diyeceğim de çok ağır kaçacak. Karıştırmakla işi daha da çıkmaza soktuğumuzu görmüyoruz. Ortada henüz bir formül yok. Sihirli formül zaten olmaz. Akıllı formül derken de akla ihtiyacımız var. Bilenleri henüz karar verenlerin yanında etkili yetkili yerlerde göremiyoruz.
Buradan çıkacağız
El birliğiyle bu krizden çıkacağız, önce bunu bilecek, inanacak ve diyeceğiz. Herkesi katmadan olmaz. 1999 krizinde hep beraber el verdik. Kuralları da sıkıca uyguladık Kısa sürede toparlamamız ondandı. IMF'ye gitmeyeceğim diye damat gibi McKinsey ve benzerlerinden akıl almak akıl değildir. Aldığımız akıl varsa da zaten kullan(a)mıyoruz.
IMF'ye gitmeyelim de bilenlerimize itibar edelim, desek de olur. O zaman da IMF’den veya eşi Dünya Bankası başta, başka ülkelerden de kredi buluruz. Mal edinmekten başka bir şey bilmeyen, tefecilikten beter hallerini gördüğümüz Körfez Araplarına mahkûm olmayız. Onlarla da iyi pazarlık eder ve gelecek parayı da uygun yerlerde kullanırız. Biz bu çukurdan çıkarız.
Bana da bilmediğim konuda söz düşürdüler ya.. yönetenlerimize bravo doğrusu!