Hakimler devleti (Jüristokrasi) mi? Parti devleti mi?
Anayasa değişikliği paketi üzerindeki tartışmalar, takım fanatizmi anlayışıyla kıran kırana gidiyor. Özellikle paketin esasını teşkil eden HSYK ve Anayasa Mahkemesi konusu ne getiriyor, ne götürüyor belli değil.
Referandumda “hayır” çıkarsa, mevcut durum devam edecek demektir. Bu devam edecek olana “yarı bağımsız” yargı mı oluşacak, yoksa “hakimler/jüristokrasi devleti” mi diyeceğiz? “Evet” çıkarsa, “daha bağımsız” bir yargı mı, yoksa evdeki bulgurdan olup “bağımsız yargıya” elveda mı diyeceğiz?
Herkes tartışıyor, ortaya atılan iddialar birbirine o kadar uzak ve zıt ki, vatandaşın kafası karıştıkça karışıyor. Neden açık ve dürüstçe konuşulmuyor? Bir cümle ile cevap vermek gerekirse, ülkenin egemenliği, varlığı üzerinde bir kavga var da ondan diyebiliriz.
Hali pür melalimiz böyle.
Neyse biz bağımsız yargı konusuna dönelim. Adalet Bakanı Sadullah Ergin şöyle diyor: “Tarafsız olmak yerine, sınırsız bir iktidar sahibi olarak aktif, şekillendirici ve yönetime hukuk üstü müdahalelerde bulunan bağımsız bir yargı, bağımlı bir yargıdan daha kötü sonuçlar doğurabilir. Bu durum hakimler devleti riski olarak tanımlanmakta... ve Jüristokrasi ile ilgili en büyük handikaplardan biri...” (25.02.2010)
Görüldüğü gibi teorik doğrular ve pratik yanlışlar iç içe girmiş. Bu arada da teorik doğruların arkasına sığınılarak, pratik doğrular katledilmektedir. Bağımsız yargı, hükümetlere karşı düşünülmüştür, eğer o yoksa tarafsızlık da olmaz.
Bugün “...sınırsız bir iktidar sahibi, aktif, şekillendirici ve yönetime hukuk üstü müdahalelerde bulunan..” bir yargı var mı? Hatalı kararlar hariç, hayır. İşte HSYK’nın durumu ortada. Dinleme, şantaj, müthiş bir baskı var. Kurul asli görevi olan hakim ve savcılar kararnamesini bile çıkaramıyor. Çünkü Kurul’un başkanı olan Bakan, benim istemediğim hakim veya savcıyı tayin edemezsiniz deyince her şey bitiyor.
Siyaset sisteme böyle bakınca yetkili olan Kurul takdir mercii olmaktan çıkıyor, siyasetin kararlarını tasdik mercii haline geliyor. İşte yargı bağımsızlığını yok eden zihniyet, tam da budur.
Bugünkü HSYK’nın bu yapısının düzeltilmesi gerekirken, şimdi daha da kötüleştirildiği görülüyor. Bakanın yetkilerinin daha da artırılması, bunun sadece bir örneği.
Bütün bunları bir kenara bırakalım ve HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin bir zihniyetin eline geçtiğini düşünelim. Bu durumda ülkemizde hakimler devleti/ Jüristokrasi mi var? Hayır. Çünkü devlet büyük bir teşkilattır, HSYK ve Anayasa Mahkemesi bunun sadece bir parçasıdır. Görev alanları belli ve sınırlı olan bu parçanın, tek başına devlete egemen olması mümkün değildir.
Millet birliği esasına göre bakıldığında, (demokratik çoğulculuk açısından) ülkenin “her kesim” i, ülkenin yönetiminde söz sahibi yapılmakla, kendini dışlanmamış olarak göreceğinden toplumun bütünleşmesi, huzuru ve adaletin gereği yapılmış olmaktadır. Yani demokratik temsil en üst düzeye çıkarılmaktadır.
Tabii bu anlayışın da bazı önemli sakıncaları vardır. Mesela, “her kesim” devlet hizmetine koşulurken, blok halinde değil, kül halinde devletin bütün organlarına yayılmış olarak görev almalıdır. Bu da ayrı bir konu.
Eğer bu bir parçayı ele geçiren zihniyet, devletin diğer parçalarını; yasama ve yürütmeyi de ele geçirmişse, elbette o zaman işler değişir. Devleti bir zihniyet ele geçirmiş, diğerleri dışlanmış demektir. Bunun adına da, “hakimler/jüristokrasi” devleti değil, bir zihniyetin diktatörlüğü, “parti devleti” denebilir. Tehlikeli olan, hem de çok tehlikeli olan da budur.
Eğer referandumda evet çıkarsa, endişe edilmesi gereken birinci tehdit bu olacaktır. Çünkü böylece Cumhurbaşkanlığı, Meclis, Hükümet ve Yargı bir zihniyetin denetimine geçmiş olacaktır. Buna parti devleti diyebiliriz. Demokrasiye elveda.
İkinci tehdit daha da önemlidir. Zira üniter-milli devlet yapısı ele alınacaktır. Başbakan’ın 2002’de başlatıldığını söylediği “açılım” sürecinde, milletin etnik ayrışmasının hukuki ve psikolojik alt yapısı hazırlanmıştır. Şimdi sıra bu etnik kimliğin ve dilin anayasada ifadesine gelmiştir. Bu da Başbakan’ın söylediği gibi, devletin milli üst kimliğinin değiştirilmesi ve “vatandaşlık” yapılmasıyla mümkün olacaktır. PKK’nın da temel talebi bu değil miydi?
En yetkililerimizin Türkiye’nin “dönüştürülmesi” dedikleri bu değil mi?