Erzurum'un güleç yüzlü çocuğu: Sebahattin..

Yıl 1969 idi.. Babamın tayini İstanbul’dan Erzurum’a çıkmıştı.. Biz bir süre daha İstanbul’da kaldık. Sonra Haydarpaşa’dan trenle Erzurum’a gittik. Babam bizi garda karşıladı.. Kalabalık olduğumuz için iki faytonla babamın tuttuğu eve gittik. Her şeyi hazırlamış.. Evde kuru üzüm bile vardı..
Üç günlük tren yolcuğu hepimizi sersem etmişti. Bir gün dinlendikten sonra babam bizi Palandöken ilkokuluna götürdü. Hemen kaydımız yapıldı. Sınıfa girer girmez, öğretmenimiz Duygu Acar, kız kardeşimi kızlar arasında bir yere oturttu. Öğretmenimiz bana yer ararken, güleç yüzlü, çekik gözlü bir çocuk ısrarla kolumdan çekti ve beni yanına oturttu. Öğretmenimiz de durumu kabul etti. Böylece Erzurum’da ilk arkadaşımı bulmuş oldum..
İstanbul’dan yeni geldiğimiz için bütün okul bizi tanıyordu. Okulun en hergele öğrencileri bizimle uğraşmaya başladı. Kavgacı bir çocuk değildi ama Sebahattin böyle durumlarda hemen müdahale ediyordu..
Zaman geçince, okuldaki çocuklar da bizi benimsedi.. Bunda derslerde ve sosyal faaliyetlerde öne çıkmamızın da rolü oldu..

***

Sebahattin ile okuldan sonra da arkadaşlığımız devam ediyordu. Onların evi şehir merkezi sayılabilecek bir yerde, Leblebici yokuşunun dibindeydi bizimki ise başında.. Kışın oluşan bir metre yüksekliğindeki buz tabakasının üstünde kayarak aşağıya iner, Sebahattin’i evden alırdım. Bazen sinemaya giderdik. Leblebici yokuşunda boş bir arsa üzerinde büyüyünce çekeceğimiz filmleri konuşur, bazen bu filmleri veya senaryosunu o anda yazdığımız bölümleri sesli olarak orada oynardık. Kılıç sahnelerinde tahta kullanırdık. Bir defasında ellerimiz kan içinde kalınca vazgeçtik, kar üzerinde güreş tutmaya başladık..
Yine Sebahattin’lerin evine gitmiştim. Beni içeri aldı. Salonda iyi bir kütüphane vardı. Ben kitaplarla ilgilenince, Sebahattin, “kitaplar ağabeyimin” dedi.. Ağabeyi üniversitede okuyordu ve Erzurum Milli Türk Talebe Birliği’nin yöneticilerindendi..
Doğrusu o dönemde bizim evde kütüphane veya kitaplık yoktu. Benim birkaç kitabım vardı elbette..
Hayran hayran kitaplara bakarken, Sebahattin, içlerinden birini çekti ve “Bunu mutlaka oku” diyerek bana uzattı. Kitabın adı “Bozkurtların Dirilişi” idi. Eve dönünce heyecanla kitabı okumaya başladım ve gece yarısı bitirdim. Kitap, sanki okur daha önce meydana gelen olayları biliyormuş gibi bir hava içinde başlıyordu. Anladım ki kitap iki ciltmiş. Sebahattin’in bana verdiği kitap ikinci cilt olunca geçmişte ne olduğunu da öğrenmek istedim tabii ve “Bozkurtların Ölümü”nü de alıp okudum.. Sonradan Nihâl Atsız’ın bu ölümsüz eseri tek cilt olarak basıldı..

***

İlkokuldan sonra yollarımız ayrıldı. Ben yeni açılan Atatürk Lisesi’nin, Sebahattin de Erzurum Lisesi’nin orta bölümlerine başladık. Biz mahalle değiştirdik. Tabii yeni arkadaşlar edindik. Arasıra yine karşılaşıyorduk. Hatta bir yaz tatilinde birlikte öğretmenimizi ziyarete gittik. Babamın tayini Antakya’ya çıkınca biz Erzurum’dan ayrıldık..
Aradan yıllar geçti, büyüdük, meslek sahibi olduk. Ben hukuk okudum ama öğrencilik yıllarımda başladığım gazeteciliği bırakamadım. 28 yaşımda iken Tercüman gazetesinden, geçici görevle Erzurum’a gönderildim. Erzurum’da matbaa kurulmuştu ve ben de bu işe bir ay süreyle nezaret edecektim. Bu bir ay içinde eski arkadaşlarımı aradım. Sebahattin’i de buldum. Yine gözlerinin içi gülüyordu, yine muziplik, sevgi, saygı ve hüzün vardı gözlerinde.. O da gazeteci olmuş.. O sırada Sabah gazetesinde muhabirlik yapıyordu.. İşlerimizin yoğunluğundan fazla görüşemedik ama içimizdeki çocuğun hâlâ yaşadığını görerek mutlu olduk..
Sonraki yıllarda birbirimize selam gönderebildik sadece.. İkinci Van depreminde, enkaz altında kalan gazetecilerden birinin Doğan Haber Ajansı Van muhabiri Sebahattin Yılmaz olduğunu öğrenince, o hüzünlü ama güleç yüzü gözümün önüne geldi.. Biraz sonra Sebahattin’in fotoğrafını da gösterdiler. Evet oydu..
Allah rahmet eylesin sevgili arkadaşım..

Yazarın Diğer Yazıları