Daha çok rejim tartışırız
Türkiye’de rejim tartışmaları neredeyse 300 yıldır bitmedi. Kolay biteceğe de benzemiyor. Çünkü her kesimi mutlu edecek bir yönetim biçimi henüz bulunabilmiş değil.
II. Mahmut’la padişah divanını kaldırdık, yerine bugünkü bakanlar kurulu modelini getirdik.
Sarığı attık, fesi koyduk.
Yasal kurallar yerine buyrukla çalışan devlet düzeninden, yasalara ve yönetmeliklere (nizamnamelere) dayalı modern devlet düzenine geçtik.
Şalvar cüppe giyen padişah ve divanından, başa fes, vücuda ceket pantolon giyen padişah ve bakanlık üyelerine geçtik.
Sonra?
Tıpkı Batılı ülkeler gibi hukuk düzeni kurma gayreti başladı.
Mecelle en bilinenidir.
Sonra ticaret kanunları gelir.
Ardından Maarif Nizamnamesi (Eğitim Yönetmeliği) gelir.
Derken Kanûn-ı Esasi, yani anayasa. Böylece anayasal düzene geçecektik ki, düzen daha başlamadan bitti.
Rejim Meşrutiyet olacaktı ki, o da anayasası ile birlikte gitti, yerine mutlakiyet geldi.
O gün bugündür Türkiye’de mutlakiyet âşıkları vardır. Özellikle İslamcı kanat, hep oraya öykünür. Biricik model orasıdır. Adeta tarihte görüp göreceğimiz en mükemmel, en has, en ideal yönetim ve siyasal model orasıdır.
Yüzlerce hatasını, belgelerle ortaya koysanız bile fark etmez. Çünkü orası “hatasızdır” ve eğer birileri “hata vardır” diyorsa, bilinmelidir ki bu “Masonların” işidir.
Kesinlikle bir Yahudi parmağı aramak lazım gelir. Yoksa Sultan II. Abdülhamit nasıl hatalı olabilir? Cennetmekân bir sultana böyle söylenebilir mi?
Bir kere o her şeyden ence, Tanzimata karşı İslamcıdır. Osmanlıcılığa karşı, Panislamizm’in tepe yöneticisi, sembolüdür. Osmanlıcılığın yapamadığı büyük Osmanlı toplumunu, o, İslam’la bütünleştirecektir. Tabii Arnavut’lar Avrupa’da, Araplar Orta Doğu’da milliyetçilik duygularına kapılmasalardı.
Olmadı.
Başta Mısır, Libya, Cezayir, kendi elleriyle İngiltere’ye geçici de olsa verdiği Kıbrıs, bütün Müslüman ahalisiyle bu toplumlar Osmanlı’dan kopmasaydı haklı çıkacaktı belki. Müslümanlar, Panislamizm’e rağmen teker teker gidince durum değişti.
Tarih önümüze acı bir fatura koydu.
Siyasi iktidarın aldığı politik kararlar, yaptığı müdahaleler, beraberinde karşı hamleleri getirir. Türkiye açısından bunların sonucu yenilgiydi.
İşin en garip olanı neydi biliyor musunuz? Osmanlı’nın parçalanmasına sebep olan Sırp, Bulgar, Arnavut, Karadağlı ve Arapların milliyetçiliği idi.
Peki, Osmanlı’dan geriye kalanı, yani devlet ölmek üzereyken kurtaran neydi derseniz, derim ki, bu toplumlardan sonra uyanan ve uyanmasıyla birlikte dirilişe geçen Türk Milliyetçiliği idi.
Geldiğimiz noktada Türk Milliyetçiliği hâlen daha bir atardamar olarak toplumsal ve siyasal alanda canlılığını sürdürüyor, lakin halkta karşılığı olan bu damarın siyasetteki karşılığı olması gerektiği gibidir? İşte orası çok tartışma götürür.
Adını şu an hatırlayamadığım bir yazar, “Batı’nın I. Dünya Savaşı koşullarında asıl büyük hedefine ulaşmak için yakaladığı fırsatı iki olay bozdu” diyor. “Birincisi, Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı, ikincisi, Sovyet Devrimi.”
Haklı.
Kurtuluş Savaşı’nda yenilseydik, Sevr gelecek ve Türkler, içinden çıkması mümkün olmayan bir kavanoza hapsedilecekti.
Sovyet Devrimi olmasaydı, Çarlık Rusya’sı, bugünkü Türkiye’nin doğusunu Karadeniz de dâhil elinde tutacak ve Soğuk Savaş dönemi başlamayacaktı.
İşte bu sebeple, işgal yıllarında, İngiliz istihbaratının dönemin gazetelerinde, camilerinde, kahvehanelerinde yaptığı Mustafa Kemal’i karalama propagandasını, şimdi, bugün, hâlen daha o dönemin takipçileri hiç değiştirmeden sürdürüyor.
Peki, nasıl ve ne zaman düzelebiliriz?
Elbette bunu zaman gösterecek, ama iki sosyolojik damar belirleyici olacaktır. Birincisi akılcı İslam damarı, ikincisi de ortaya çıkış ve doğuş kodlarıyla uyumlu milliyetçilik damarı. Bu ikisi, özüne dönmedikçe ve özellikle Atatürk’le felsefi uyum sağlamadıkça işimiz zor.
Daha çok rejim tartışırız.