Biz kimiz?
Sözü büyük dava adamı rahmetli Dündar Taşer’e bırakıyorum. İnkarcılara belki ibret olur.
“Biz kimiz
Biz, dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş ve hakimiyetini eski dünyanın bilinen her köşesinde yürütmüş bir milletiz. Bu imparatorlukların sonuncusu, varisi olduğumuz Osmanlı Devleti’dir.
Osmanlı Devleti Söğüt’te kurulduğu 1299 yıllarında 40 atlıya sahip bir uç beyliği iken, 1326’da Bursa’nın fethi sırasında Orhan Bey 38.000 süvariye kumanda ediyordu. Bu asker artışı, nereden geliyordu? Fethedilen topraklardan toplanamazdı. Zira bu yerin ahalisi Türk değildi. 400 çadırlık bir aşiret, 27 senede bu kadar çoğalamazdı. Selçuk Sultanlığı, asker yardımı yapacak halde değildi. O halde artış nereden geliyordu? Öyle anlaşılıyor ki, Bizans ucundaki bu beylik bütün Türk aleminin ülküsünü temsil ediyor. Türklük aleminin, fetret devrinde bile asla vazgeçmediği, İstanbul fethinin ve dünya hakimiyetinin mümessili sayılıyordu. Millî şuur ve ülkü Horasan’dan İzmir’e kadar her yerdeki Türk’ü Ertuğrul sancağına çekiyor, şeyhler, müftüler, müderrisler eli kılıç kabzasına yakışan her yiğidi, gönlü fazilet aşkı ile dolu her mümini, kafası salim düşünceye açılmış her talebeyi Söğüt Beyliği’ne sevk ediyordu. Küçük beylik az zamanda Türk aleminin otağı haline geldi.
Sultan-Medrese-Sipahi muvazenesi ile ne anarşi ne de despotluğa fırsat vermeyen bir devlet kuruldu. Başta hanedan olmak üzere bütün insanların devlete can borcu vardı ve bu borcu bütün tebaa hükümdarlar dahil tereddütsüz ödediler. Küçük devletin, fazileti büyük, müsamahası büyük, ideali büyüktü. Bu manevi azamet devletin topraklarım çok kısa zamanda kendi seviyesine getirdi.
Bu devir 1699’a kadar sürdü. Bu dört yüz senenin macerası şöyle özetlenebilir. Her yaz 3 ay sefere çıkılır, 3 gün 3 saat kılıç çekilir. Bir ülke bir vilayet olarak devlete katılırdı.
Her güz batıya, kuzeye doğru bir koşu asırlarca devam etti. Bu koşu, talan, istismar koşusu değil, müsamaha, adalet ve huzur tesisi içindi. Bu devrede Osmanlı hünkarı ” Hakan-ı Berri ve Bahrin “, ” Sultan-ı İklimi Rum “, ” Halife-i Ruyi Zemin “ sıfatları ile yeryüzünde kendine muadil otorite tanımadı.
Karlofça bu uzun koşuda tökezlenen bir nokta oldu. 1699’dan sonraki bütün çabalar, bütün düşünceler, o noktayı geçmek, o engeli aşmak için aranan çareler, ileri sürülen fikirlerin kavgasıdır. Ne tedbirler düşünülmedi: Sünnet adına Kadızade ile ortaya çıktı. Çakşır haram, kavuk haram, kaftan haram bunlardan soyunursak her iş yoluna girer dediler.
Avrupacılar türedi: Pantolon giyer, pelerin taşır, fes vurursak mesele çözülür dediler. Ne Kadızadeler İslamı anlamıştı, ne de Avrupacı’lar batıyı. 25 milyon kilometrekarelik vatanı birleşik tutmak için taklitten başka tedbir düşünen olmadı.
İsyanlar, ihtilaller, sokak kavgaları oldu. Birbirimizi kırdık, sultanları kestik, nihayet kendi ordumuzu top ateşine tuttuk.
Mısır gitti, Cezayir gitti, bu yitirme devri 150 yılda bizi Sakarya sahiline getirdi.
Bugün hainlerin kandırdığı gençlerin bir kısmı hangi sebeplerle sosyalizmi istiyorsa, dün onlar kadar samimi kimseler liberalizmi istemişlerdi. Bugün demokrasinin yeter olduğunu sananlar gibi dün Tanzimat’ı yeter sayanlar vardı. Velhasıl 300 senedir kandaki mikrobun deride açtığı yarayı tedavi ile uğraşıyoruz.
Biz bu cihan devletinin kalıntısı üstünde cihan hakimlerinin evladı olarak utanıyoruz.
“Rüyama girdi bir gece bir fatihane zan “ diyen şair kendini söylediği kadar bizi de söylemiştir. Ne geri kalmış milletlerin birisi, ne de kurtuluş savaşı yapan, kavimlerin birincisiyiz. İstiklalini son elli yıl içinde bizden almış 19 ülkenin efendisi idik.
“Azizi vaktîdik, o da zelil kıldı bizi. “
Bu zilletin sebebini çıplak gözlerle aramalı ve açık yürekle ortaya koymalıyız. 150 yıldır her türlü uygulanan şekil kavgalarını terk zamanı gelmiştir. Milli şuur, Milliyetçi Hareketi doğurmuştur. Bu hareket Şeyh Edebali gibi gönül pirleri, Çandarlı Hocapaşa gibi ilim ülkücülerini beklemektedir. Bu bekleyiş demiri eritene kadar sürecektir. Ergenekon’dan demiri eritince çıkmıştık.
Binlerce yıl önceki efsaneler tutulacak yolu göstermiştir. Demiri eritinceye kadar sabır.
Şekil kavgaları ile, “go home” çığlıkları ile, grevlerle, öldürülecek vaktimiz yoktur. Sokaktan mektebe, kahveden fabrikaya koşmalıyız. Sanayimizi kurmalı, büyük milletin imkanlarını, büyük geleceği kurmak için seferber etmeliyiz.”
(Devlet / 7 Nisan 1969 / Sayı: 1)