Belâ geliyorum dedi
Göz göre göre geldi ve vurdu. Kahrolarak üzülen insanların, sarsılan insanlığın ruh çığlıklarıyla çevriliyiz. Bu ağır acılar ortasında sakince düşünmenin, söylenenlerin duyulup anlaşılmasının zorluğu ortada. Üstelik bu derin acımız da fırsatçılara fırsat veren bir durum haline getirilmeye çalışılıyor ki açacağım konu budur. Ne olursa olsun olanı-biteni, yanlışı konuşturmamak istiyorlar. Bu yeni bir durum değil. Yıllardır uygulanan bir usul. Konuşanı suçlamaya ve yaftalamaya dönük bir dilin siyasette, yönetimde, iletişim araçlarında üst perdeden bağırdığı yıllar yaşadık, yaşıyoruz. Son yılların durdurma ve susturma dili yine önümüzü kesme gayretinde. 2010 referandumundan itibaren, adım adım yükselen bu baskı ve yıldırma dilinin açtığı yaralar dehşettir. Bunu yaşıyor, belki biliyor fakat konuşmuyoruz.
Çıkmazlara sürüklenişimizin sebepleri az değildir ve enstrümanları çeşitlidir. Yaşadığımız ve neredeyse kanıksadığımız, sadece demokrasilerde değil, adı ne olursa olsun belli başlı rejimlerde olmayacak bir tekçi kör bağlanışın strateji dilidir. Karartma-kapatma ve susturma hedefini güden bir strateji bu. Sanırım, siyasi tarihimizde örneği görülmedi. Memleketi beladan belaya sürükleyen, çok yönlü işletilerek, ağızları açıldığı anda kapatmaya dönük stratejiyi açanlar ve konuşanlar mutlaka olacak. Gecikilmemesini dilerim. Bir iletişimci olarak bu bozucu-bozguncu strateji üzerinde ısrarla durmak gerektiğini görüyorum. Bozulacak oyun budur. Herkesi, her durumu uygun şekillerde eleştirme hakkını kısıtlayan ve giderek muhalif gördüklerini yok etmeye yeltenen bu dili geçersizliğe düşürmek geleceğimiz için çok önemlidir.
Buraya nasıl geldik?
Bizi bu bol krizli, belalı günlere bu stratejinin despotça uygulanışı getirdi. Yeni yetişenler bilmez, bildirmek ve hatırlatmak lazımdır. Biz hiçbir siyasi hareketin ve mensuplarının, eleştirileri böyle yaftaladığını görmedik. Acımasız tenkitleri de cevaplandırmak zorundaydılar. Eksikleri olsa da demokrasi buydu. Mesela ben, 15 yaşımda Yahyalı''da bir kahvehanede Güven Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu''nu sorularıyla bunaltmış bir yeni yetmeydim. O tarihlerde Anadolu''da okuyan çocuklara saygılı bir sevgi gösterilirdi. Şimdi o halimden utansam da, Feyzioğlu da, dinleyen büyükler de, bu mektep çocuğunun bilgiçliğini yadırgamadılar ve beni susturmak isteyen de çıkmadı.
Gazeteci-televizyoncu olarak, yüzlerce politikacıyla mülakat yaptım, programlarımda ağırladım. Hiçbir zaman sorulacak soruları sormada en ufak bir çekinme hissi duymadım. Şimdi bu yaşımda ve bu tecrübemle Tayyip Bey''e soru soramam, sordurmazlar. Yapıp ettiklerini tenkit etmemden ne kadar rahatsızlık duyulduğunu bahsettiğim tekçi stratejinin öfke ve hakaret dilinden görüyorum. Nereden nereye geldiğimizi düşünmenizi isterim. Ben usulünce yine yazarım, yazmaya devam ederim. Ancak, Tayyip Bey''e soru sorma imkânım Macron''a soru sorma ihtimalinden daha azdır. Lütfen düşünün! Olacak iş mi? Siyasetçi devamlı imtihandadır. Geniş bakacak ve tahammüllü olacaktır. Halkı, yanındakini-karşısındakini azarlayan bir politikacı tipi olamaz. Bu konuların halka yansımalarına, bozucu etkilerine döne döne dikkatinizi çekmek isterim.
O strateji ağı
Her felakette, her yanlış işte, her ağzını açana "Şimdi sırası mı? diyen o ses yine devrede. Hatırlıyorum, 2010 referandumunda da o ses sesimizi boğmuştu. Fetö konusunda da, açılım belasında da. İstanbul''un, hele hele Suriçi''nin betonlarla çirkinleştirilmesini eleştirişimizde de. Suriye çıkmazında da. Komşularımızla ve dünyanın belli başlı ülkeleriyle kavga dilinde ve kof efelenmeler sırasında da. O zaman, "Sen kimin yanındasın?"la başlayan akıl almaz suçlama diliyle zehirler saçılıyordu, hatırlayın!
Sonra bunlar sanki hiç olmamış gibi düzeltmelere girişildi. Bazı ilişik keser gibi olduğumuz devletlere utandırıcı tavizlerle yanaştık. Tavizlere rağmen hâlâ düzeltemediğimiz ilişkiler var. Fetö, can düşmanı terör örgütü oldu. Bu sefer, Hocaefendi''ye ve alnı secdede denerek sahip çıkılan elemanlarına "Nasıl F Tipi dersin?" suçlaması gitti, "Aldanmışız!" denilerek onlara da nefret dili geldi. Dikkatinizi çekerim, bunların niyeti din iman değil diyenlere "Siz haklıymışsınız" denmedi. Daha neler neler, işte bu susturucuların işi.
"İstanbul''a ihanet ettik" diyen Başbakan alkışlanırken, biz adını böyle koymadan demiştik diyenlere edilen küfürler ve hakaretler için özür dilenmediği gibi yine suçlamalar devam etti. Yani biat edinceye kadar suçlusunuz. Olmayacak yaftalamalara girişildi. Temel motivasyon, bizden misin değil misin olunca hakikat duygusu böyle uçup gidiyor. Sonra ne oldu hatırlayın, Fetö''yü eleştiren ve bundan dolayı hedef haline gelenlere, hükûmetin yanlışlarını söyledikleri için bu sefer de Fetöcü-terörist denmeye başlandı. Bu ahlaka bakar mısınız?
"Şimdi sırası mı?"
Şimdi ağır bir felakete düştük. Deprem canımızdan can almakla kalmadı, memleketin dörtte birinde yapıları yaşanmaz hale getirdi. Bu durumda en masum soru, "Bu felaket niye oldu?" değil midir? Sorular sorulmaya başlandı ve cevabına dönük bilgiler, analizler konuşulsun istendi. Olması gereken buydu. Ama hayır, o merkezden yine o ses geldi: "Bu felaketle uğraşırken sırası mı?" İtiraz etmezseniz, bu sesi hep duyarsınız. O halde, şimdi denecek şudur: İyi de kardeşim sana göre hiçbir zaman hiçbir yanlışı konuşmanın sırası gelmediği için devamlı bu durumlara düşüyoruz. Sen konuşturmadığın için tedbir alınmıyor, türlü türlü yağmalar devam ediyor ve bunlar oluyor.
Dikkat edin, "Şimdi sırası mı?" diyenlerin dili kolayca taraftar bulacak cinsten. Çünkü görünüşe göre haklılar. Bu kıyamette ilk işimiz canlı kurtarmak, enkaz kaldırmak, kalanları korumak, yeme-içme ve barınma ihtiyaçlarından başlayarak onlarca kalem yaşama gereklerini sağlamak. Kimsenin itiraz edemeyeceği kadar net ve açık bir mesele.
İşte fırsatçıya fırsat da burada doğar hale geliyor. Her şeyi kullanmaya alışık o çarpık kafa, bunu da kendi yolunu açmak için manivelâ olarak ön kesmede kullanıyor. Hemen söyleyeyim, fırsatçı dediğim, sıradan insanlar değil, yankesiciler, çeteler değil. İçine düştüğümüz felaketin birinci dereceden sorumluları. Daha açık söyleyeyim, felaketin yaratıcısı suçluların savunucuları. Suçlunun güçlülüğü içinde ve panikle yükleniyorlar. Olanı göstermemek için her türlü karartmaya ve perdeye başvuruyorlar.
1999 depremini hatırlayın: Her türlü tenkit yapıldı. Kimse eleştirenleri susturmadı. Yardımlar çığ gibi büyüdü. Tedbirler alındı, doğruları yanlışları konuşuldu. Gazeteci, akademisyen, siyasetçi ve her kesimden vatandaş konuştu. O günlerde Tayyip Bey''in konuşmalarını dinleyen, bugün söyledikleri ve yaptıklarıyla karşılaştırsa hayretinden dilini yutar. Bugün konuşulmasın denen her şey, hem de acımasızca o günlerde konuşuluyordu. Kötü mü oldu? Belki birçok yanlış o tenkitlerle düzeltildi. Keşke eleştiriler hiç kesilmeseydi. Şimdi her durumda kılçıksız lezzetli balık isteniyor. Olacak iş mi?
Başımızdaki bu tek merkeze bağlanma belâsı, "Ne yaptık veya ne yapmadık da bu hale düştük?" sorusunu sordurmuyor. Her zelzelenin üstünde yıkıcılığıyla düşünmeyi baskılayarak hüküm sürüyor. Bunlar, her gün kamuoyunun önündeler; devlet adamı, iş adamı, temiz vatandaş sanarak seyrediyor ve belki alkışlıyoruz. Bu imaj için de dinden başlayarak türlü aletler kullanıyorlar. Yüz kere aldatılıyor, yüz kere aldanıyoruz. Bunlar içinde yönetenlerden, en küçük inşaatçıya ve o ağdan nemalanan irili-ufaklı yüzbinlere kadar bir ordu var. "Yağma Hasan''ın böreği"ne çöken bu çok ortaklı ağın, her felaketli durumda yapacağı iş öteden beri bellidir: Bilenleri susturmak, konuşacakları konuşturmamak.
"Niçin bu duruma düştük?"
Bizim için yeni bir durumdan bahsetmiyorum. Lütfen hatırlayın ve düşünün! Neredeyse her yıl irili-ufaklı zelzele felaketleri yaşıyoruz. Ateş düştüğü yeri yakıyor, hepimizi kısa bir zaman için üzüyor, eziyor ve sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza aynı umursamazlıklarla devam ediyoruz. İlk günlerden itibaren soracağımız sorular donduruluyor. "Niçin bu duruma düştük? Niçin hep düşüyoruz?" diyecek olsanız, sahtekârların fırsatçılığı sizi fırsatçı ve acılara saygısızlığa kadar varacak yaftalamalarla kamuoyunun önüne atıyor. Psikoloji ilminin en basit tespitiyle kendi suçlarını size yansıtıyorlar. Linç için bütün şartlar hazırlanıyor. Yiğitsen konuş! Hem derdin anlaşılmıyor, hem de hainlikle, ajanlıkla suçlanarak, hükmü peşin verilmiş bir mahkemeye düşerek, sahtekârlık ağının kıskıvrak çevirmelerine mahkûm oluyorsun.
Bu meseleyi halletmeden gidilecek yollar kapalıdır. Evet kapalıdır. Mesela, depremi nasıl karşıladığımıza dair konuşulacak çok şey var. Mesela, ilk gün neden müdahale edemediğimiz. Mesela, iletişimde dünyanın en gerilerinde kaldığımız. Buna rağmen, sosyal medya yavaşlamasına ve yasağına gidişimiz. Evet evet, bu felakette en büyük ihtiyaç haberleşme iken, tenkitleri, yanlışlıkları görmemek için bu karartmayla üstünü örteceğimizi sandık. Böyle de bir büyük felakete yol açarak canlar kaybedeceğimizi düşünmedik. Gücü elinde bulunduranların aklı nerededir, varın, anlayın!
Tek yerden talimat alan bir idare yapısı kurmaya çalışırsanız, kurumlar, insanlar oradan emir almadan hareket etmez. Bu da çok zaman ve çok konuda mümkün değildir. Kurumlar ve kurallar işleyecek. Yukardakiler koordine edecek, o kadar. Deprem dolayısıyla bir kere daha gördük ki bu sistem sistemsizlik getirdi. Buralara gelirken, değiştirdiğimiz eski devlet alışkanlıklarının, kurulan sistem ve yapıların ne kadar gerekli olduğu da anlaşıldı.
Bir tek husus bile kurtarma çalışmalarında çok şeyi değiştirecekti. Darbeye gerekçe ediliyor bahanesiyle iptal ettiğimiz EMASYA denen protokol geçerli olsa askerler bir saat içinde depreme müdahale edebilecekti. Düzen sağlanacak, yağmalar en aza inecek, dağıtım problemleri bitecek ve herkes işini daha rahat yapabileceği için enkazdan çok canlı çıkarılacaktı. Devlet düzeninin bozulmasının nelere yol açtığını görüyor musunuz?
Buradan devam edeceğim.