Bak sen, öyle miymiş ya sahi!
Duy da inanma; "NATO, ABD'nin güdümüne girmiş."
Okkalı bir "Günaydıııııın" mı demeli, "Daha önce neredeydi sanki?" mi, bilemedim.
Avusturya, Danimarka, Belçika, Yunanistan, İzlanda, İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İsveç, İsviçre, Türkiye, İngiltere ve Fransa'dan oluşan 16 ülkenin, 12 Temmuz 1947'de, Fransa Dışişleri Bakanlığı binasında bir araya gelip ortak bir raporla, -Marshall Planı dahilinde- karşılanmasını talep ettikleri ihtiyaçlarını ABD'ye ilettikleri gün itibarıyla rıza gösterilmiş bir hal değil miydi zaten bu?
Avrupa'nın ABD yardımıyla, ABD üretimini kurtarmasını, ABD en büyük pazarını kaybetmesin diye yeniden inşasını öngören planın kurumsallaştırılmasını sağlayan -IMF gibi, Dünya Bankası gibi hatta BM gibi- yapıların "askeri" ayağından ibaret değil mi NATO?
***
ABD'li diplomat George Kennan'ın aşağıdaki ifadeleri, 23 sayılı ABD Siyaset Planlama Çalışması'ndan aşağı yukarı yarım asırlık:
" ...dünya servetinin yaklaşık %50'sine sahibiz, buna karşılık dünya nüfusunun yalnızca %6.3'ünü oluşturuyoruz... Önümüzdeki dönemde asıl görevimiz, bu eşitsizliği sürdürmemizi sağlayacak bir ilişkiler ağı oluşturmaktır... Bunu yapabilmek için her türlü duygusallıktan ve hayalcilikten vazgeçmeliyiz; dikkatimizi her yerde ivedi ulusal hedeflerimiz üzerinde yoğunlaştırmalıyız... .İnsan hakları, hayat standartlarının yükseltilmesi ve demokratikleşme gibi muğlak ve... hayali amaçlardan söz etmeyi bir tarafa bırakmalıyız. Düpedüz kuvvete dayanan kavramlarla iş görmek zorunda kalacağımız günler çok uzak değil…"
***
Şimdi muazzam bir sırra ermiş gibi ifade edileni ta en başında yedi düvele kendileri itiraf ve ilan etmişler. Bu manada, en kolayını seçip, somut hiçbir yansıması olmayan hamasi ABD düşmanlığına oynamak yerine, biraz risk alarak, ABD'nin ali menfaatleri için başvurulan NATO işgallerini, bir tek mahyalara "God Save The Coni" yazarak karşılamadığı kalan iktidarları(mıza), -Türkiye gerçek bir hukuk devleti olsa vatana ihanet ayarında işlem görebilecek eylemlerinin- hesaplarını sorabilmeyi becerirsek, ABD'nin güdümündeki kuruluşların güdümünde nefes alıp vermeye mahkum olmaktan kurtuluruz belki!
Vakti uyan uğrayabilir mi?
Türk tarihçiliğinin kilometre taşlarından biri Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu. İstanbul Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Genel Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, ölümünün 35. Yılı dolayısıyla düzenleyeceği bir etkinlikte anıyor hocasını.
Tarih: 4 Aralık 2019, Çarşamba (Yarın)
Saat: 13.00-17.00
Yer: İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Kurul Odası (3. Kat)
Çılgın projem
Kanal İstanbul projesiyle ilgili olarak Prof. Dr. Naci Görür'ün bilimsel, Arslan Bulut'un stratejik analizlerinden sonra başka yolu kalmadı bence.
Aklını, yapım aşamasından itibaren kayma, heyelan ve göçmeye mahkum olan, zemin ve konum itibarıyla 9-10 şiddetinde hissedilecek bir depremin enkazı olması işten bile olmayan, Trakya'yla koparılacak bağ dolayısıyla ayrı, MONTRÖ'yü tartışmaya açacağı için ayrı güvenlik sorunlarına gebe bir "dayatma" uğruna onca yatırım/borçlanma yapıp, üzerine de 3 milyon insanı kurban edecek kadar yememiş olanlar için çılgın bir projem var:
İstanbul'u tasfiye edelim!
Öyle mantar gibi her yerden bitenler değil sadece kampüs üniversiteleri, sadece tam teşekküllü araştırma/üniversite hastaneleri, tarihi miraslar ve şehrin günlük rutininden bağımsız bir ekonomi/finans bölgesi -sanayi değil- dışında hiçbirşeyi bırakmadan…
Eşsiz bir turizm-eğitim-sağlık platosu olsun İstanbul; o kadar… Dev ama butik bir şehir…
Zira İstanbul "Ya sev, ya terket" demeyi çoktan bıraktı, bas bas "Ya ayrıl, ya da öl" diye sinyal veriyor kulağımızın dibinde! Burayı, yeniden "yaşanabilir" hale getirmekte geciktiğimiz her an, kimin cebine ne kadar kazandırıyor bilmem ama bizim ömrümüzden çaldığı ortada.
Kendine hayrın olmadıktan sonra…
Eski DYP Milletvekili Tevfik Diker, Ankara'da özel bir hastanenin kurucusunu ziyaret etmiş. Yolladığı mesajda, "Libya, Somali, Cibuti, Irak, Suriye ve Avrupa'dan hasta getirildiği" bilgisini paylaşıyor takdir ve memnuniyetle..
Bu hareketlilik, Türk hastalarının mağduriyetine yol açmıyorsa, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları sağlık hizmetini öncelikle ve eksiksiz olarak alabiliyor, artan potansiyel de "bacasız sanayi"de değerlendiriliyorsa ne ala…
Böyle mi oluyor acaba?
Geçenlerde yazmıştım; kanser hastası annesi Ankara'nın "dev" hastanelerinden birinde ameliyat olan arkadaşım "sağlık turizmi"nde yaşanan yoğunluk yüzünden, ameliyatı takip eden o kritik "ilk 48 saat içinde" 4 yatak değiştirmek zorunda kaldıklarını anlattı.
İşin konfor boyutunu zaten çoktan geçtik de, hastane ölümlerinin birincil nedeninin "hastane enfeksiyonu" olduğunu göz önünde bulundurunca, kendi vatandaşını tabiri caizse itip kakmak pahasına, Afrikadan, Arap ülkelerinden akın eden "müşteri"lere şifa dağıtıyor olmak o kadar da övünç duyulacak bir hal değil sanki…