Atatürk'ün yazdırdığı tarihten bir yaprak...

Tarih yazının icadı ile başlar Sümer'de, tarih Atatürk'le başlar Anadolu'da...

Abarttım mı? Hayır asla! Prof. Dr. Çetin Yetkin Hoca'dan bir alıntı yapayım da, bakın nasılmış Osmanlı'daki tarih algısı:

"Osmanlı tarihçilerinin uğraş alanı 'Osmanlı' idi. Osmanlı devletinin kurucusu sayılan Osman Gâzi ile başlardı tarih. Ama elbette bunun da bir öncesi geçmişi olmalıydı. Bu geçmiş de Hz. Adem ile başlar, Nuh ile sürer, Osman Gâzi'nin soyu da Hz. Muhammed'e bağlanırdı. Bu yüzden de Osmanlı'nın öncesi, İslam tarihinde aranırdı. Dolayısıyla söz konusu olan bir ümmet tarihiydi."

Atatürk de işte bunu biliyordu, cumhuriyeti kurunca kolları sıvadı, tarih bir bilim olarak görülecek, gerçek tarihimiz bilim adamlarınca araştırılıp ortaya konulacak, yazılacaktı. Atatürk bu çalışmalara nezaret etti, daktilo edilmiş metinleri elden geçirdi, düzeltti, ekler koydurdu. Ve ortaya "Türk Tarihinin Ana Hatları" adlı dev yapıt çıktı. Ve 1931 yılında bu yapıt esas alınarak Liseler için 4 ciltlik tarih kitabı yazıldı (liseler o zaman 4 yıldı). Bu kitaplar 1941 yılına dek okutulmuş okullarda. Kaynak Yayınları işte bu kitapları "Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri" adıyla yeniden yayımladı. Ben bitirmek üzereyim bu kitapları, sizlere de ısrarla salık veririm. Okuyunca, size okutulan tarih kitaplarını anımsayacak, çok ahlar vahlar edeceksiniz.

Şimdi geliniz bu kitabın Osmanlı Tarihi ile ilgili 3. cildinden bir bölümü birlikte okuyalım, unutturulan, dillendirilmeyen gerçekleri görelim:

"İmparatorluğun genişliği ve gücü artıp padişahın ve büyük kumandanların elinde büyük servet toplanınca, saray ve emir konaklarında görkem, sefahat ve israf da doğal olarak çoğaldı. Kanuni Süleyman asrı, Osmanlı Saltanatının en debdebeli ve görkemli devridir. İstanbul Sarayı, Bizans imparatorlarının, İran şahlarının ve Abbasi halifelerinin meşhur olan protokol, süs ve tantanasını toplamış gibiydi. Artık ilk Osmanlı beylerinin sade hayatı büsbütün unutulmuştu. Sarayda yüzlerce cariye, köle, içoğlanı, ak ve kara hadım ağalar toplanmıştı. Padişah altın ve gümüş tabaklarda yemek yer; mücevherlerle süslü kaplardan şarap, şurup ve kahve içerdi. Padişahın Bizans vasileusları gibi çatmadan elbisesi, altın ve mücevherli hançer, kılıç ve topuzları, çok kıymetli derilerden kürkleri vardı. Ahırında en mükemmel Arap atları beslenirdi. Çeşitli cinsten av köpekleri, doğan ve şahinleri pek çoktu. Bütün bu hayvanlara bakan bir sürü hizmetçiden başka, doğan yetiştirmekle yükümlü köyler vardı. Padişahın kayıkları Venedik doçalarının kayıklarına benzer altın gibi yaldızlanmış çok kıymetli sanat eserleriydiler. Bahçe muhafızlarıyla kayıkçılar, Bostancı Ocağı adıyla adeta bir ordu oluşturuyordu.

Bu lüks, bu görkem, bu israf elbette birçok fuzuli masrafı gerektiriyordu. Dünyanın her tarafından esir edilerek saraya toplanan en güzel Çerkez, Gürcü, Rus, Macar, Rum, İtalyan, Alman ve Fransız kızları padişahın harem-i humayunu'nu oluştururlardı. Padişahtan bir çocuk edinerek, hasekiler sırasına yükselmek, sonra çocuklarını, ortaklarının çocuklarına tercih ettirip Valide Sultan olabilmek için, bu karışık nesilden gelme kadınlar arasında hesaba sığmaz entrikalar yapılır, bunlar korkunç facialarla biterdi..."

Yazarın Diğer Yazıları