Atatürk’ü tanımayan köylünün başına neler geldi

1936 yılının eylül ayı sonlarıydı…

Atatürk, can yoldaşı Nuri Conker ile Florya Köşkü’nden gizlice uzaklaşarak adeta kaçtı. Köşkteki korumalar ne yapacağını bilmezken iki kafadar çocukluk arkadaş Çekmece’de (Küçükçekmece) gezintiye çıktı.
Kıraç topraklarda süren gezinti sırasında Atatürk’ün gözü güneş altında çift süren bir ihtiyar köylüye takıldı. Güç bela toprağı karmaya çalışıyordu. Zira iki değil bir öküzü bir de eşeği vardı. Sabanı toprakta güçlükle ilerliyordu..

Atatürk şoförüne seslendi:


- Dur çucuk! (Selanik şivesi ile çocuğa öyle hitap ederdi)

Otomobilden indiler.

"Kolay gelsin Ağa!"

Köylü işittiği sese başını çevirmeden yanıt verdi:

Kolay gelsin

Aralarında sohbet başladı:

İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?"

Tanrı'nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.

Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?

Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.

Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin...

Köylü güldü:

"Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"

Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:

"Kaymakama gitseydin."

Köylü iyice güldü.

"Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?"

Atatürk konuşmayı sürdürdü.

"E peki, İstanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini... Onun işi bu değil mi?"

Köylü Atatürk'ün saflığına inanmış iyiden iyiye keyifleniyordu Kestirip attı:

Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?

Adın ne senin Ağa?

Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler...

Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.

Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağaya çıkmış işte…

Peki, Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?

Bilmez olur muyum, beyim?

Tamam, öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü'ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu.

İhtiyar köylü güneş kavruğu yüzüyle gülümsedi.

Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya... Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa'mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni...

Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk el işaretiyle engel oldu.

E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!.

İhtiyar iyice keyiflendi gülmeye başladı, "Sen ne diyorsun bey?" dedi ve ekledi:

"Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?.."

Atatürk kendisine bir dal sigara ikram etti, ihtiyar keyifle yaktı, tüttürmeye başladı Atatürk bir dal daha verince ihtiyar sigarayı kulağının arkasına koyarken Atatürk konuşmasını sürdürdü:

"Senden hoşlandım Halil Ağa. Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir yurttaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!"

Elini omuzuna koyup vedalaşırken ihtiyar köylü konuştu:

"Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba'ya borçtur. Ödenmesi gerek... “

Otomobille Köşk’e dönerken Atatürk'ün canı sıkılmıştı, sigara üstüne sigara yaktı ve Nuri Conker’e dönerek, "Yahu Nuri, şu Halil Ağa'nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu millet!"dedi.

Köşke döndüklerinde Atatürk yaverini çağırıp emrini verdi:

"Çucuk, İstanbul'da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bul. Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa'yı dda bul, onlara da haber ver."

Yaver odadan hızla uzaklaşırken, Nuri Conker'e döndü, "Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa'ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya."dedi

Akşam olduğunda adeta bakanlar Kurulu toplantısı yapılıyordu. Sofrada Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ oradaydı.

Atatürk, bir ara, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi ve ekledi:

"Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum."

Herkesi bir merak alırken yaver içeri girerek Atatürk’ün kulağına fısıldayınca.

"Buyursun!" dedi.

Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa'nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Adeta şaşkına dönmüştü.

İhtiyar köylüyü salonun girişinde gören Atatürk hemen ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da şaşkınlık ve merak içinde ayağa kalktı. Atatürk son konuğunu, "Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:

"İşte beklediğimiz, Efendimiz"

Nuri Conker, Halil Ağa'yı Atatürk'ün sağ yanına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker'le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa'yı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:

"Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak."

Ve sonrasında Halil Ağa'ya döndü:

"Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:

Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?

Halil Ağa’nın dizlerinin bağı çözülmüştü, tam ayaklarına kapanacakken Atatürk kendisini engelledi.

Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver.

Soru - cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Atatürk başka bir soru sordu:

Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?

Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa'nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:

Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki...

Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru...

Böyle demedik mi beyim?..

Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri Bey’e. Nuri,böyle mi dedi bize Halil Ağa?"

Nuri Conker karşılık verdi

"Hayır Paşam!.."

Gördün mü?.. Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış? Aynen bana söylediğin gibi söyle.

Halil Ağa karmaşık duygular yaşarken kekelemeye başladı:

Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam" dedi. "Kusura kalma gayri...

Atatürk gülmeye başladı:

Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi...

Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:

Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağarı' diye bir laf kaçırmışım..."

Sofradakiler keyiflenmiş gülümsemeler yüzlerinde belirmişti. Atatürk sözlerine devam ederken sofradakiler başlarına geleceklerden habersizdi.

Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:

"E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"

Halil Ağa İsmet Paşa'nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:

"Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."

Atatürk Halil Ağa'yı durdurdu.

"Bırak şimdi övgüleri" dedi. "Ben lafın gerisini getireyim:

Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor, Florya Köşkü'ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde

bir çaresini bulurdu."

Halil Ağa yine kaçamak davrandı:

"Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!.."


Ses tonu sertleşti:

"Beni uğraştırma, Halil Ağa! Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!.."

Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine önünde eğik konuştu:

Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya...

Yalnız sağar değil, 'sağarın sağarı' değil miydi?

Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:

"Öyle dedikti paşam, doğrusun!.." diyebildi.

Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.

"Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."

"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"

"Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler."

"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla." Halil Ağa birden diklendi.

Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk'ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.

"İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!"

Atatürk gülmeye başladı:

"Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin." Halil Ağa'nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:

"'Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim" dedi.

"Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre'den mi olur, İtalya'dan mı olur, Fransa'dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe ‘ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi'ne... Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa'nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda... Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için

içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."

Halil Ağa biraz olsun rahatlamıştı:

"Öyle diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..."

Atatürk sordu:

"Peki, sen de içer misin?"

"Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam? İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!"

Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa'ya uzattı:

"Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim."

Halil Ağa, "Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam, sağlık düşürsün" dedikten sonra edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk'e döndü:

"Yunan'ı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki... Nideyim ben şimdi? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem..."

Halil Ağa Atatürk'ün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. Halil Ağa bu kez, Atatürk'ün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: "Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. Gayri bana izin, koca Paşam!.."

"Yemek yemedin!.."

"Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim."

Atatürk Nuri Conker'e işaret etti.

Conker kalkıp Halil Ağa'nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk'ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:

"Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!.."

Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk'ten

ayıramıyordu:

"Halil Ağa'nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa'nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul'da geçiyor. Bunun Van'ı var, Bitlis'i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!"

Kaynak:
İsmet Bozdağ, Atatürk'ün Sofrası

Hanri Benazus, Bütün Dünya

Yaşar Gürsoy, Atatürk ve Can Yoldaşı Nuri Conker

Yazarın Diğer Yazıları