Atatürk, Hatay’ı hasta yatağında nasıl kurtardı?

1937 yılına girilmişti. Atatürk hastaydı…

Hatay’ın nüfusu o tarihlerde 310.000’di. 250.000’i Türk kalanı da değişik azınlıklardan oluşmaktaydı. Fransızlar Hatay''a çökmüştü. Görüşmeler sürüyordu. Milletler Cemiyeti’nde Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Hasan Rıza Soyak ve Numan Menemencioğlu temsil ediyordu. Fransızlar oyalama taktiğini kullanırken Atatürk Hükümetin konuyla yeterince ilgilenmediğini düşünüyordu.

Atatürk 6 Ocak 1937 günü İstanbul’dan Konya’ya hareket ederken Başbakan İsmet İnönü’yü, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ı ve Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras’ı da Eskişehir’e çağırdı.

Başbakan İnönü trende, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a “Yarın büyük kavga olacak!” diye bağırdı. “Niçin Paşam?” diye sordu Hasan Rıza Soyak.
İsmet Paşa: “Anlamıyor musun memleket Fransızlarla harbe sürükleniyor!” dedi.

Oysa Atatürk, hem yetkililerle durum değerlendirmesi yapmak hem de bu konuya ne kadar önem verdiğini Fransızlara göstermek amacıyla bu geziye çıkmaktaydı.

Atatürk, Hasan Rıza Soyak’a daha önce “Garip şey! Çocuk, biz istesek bile Fransızlar, Sancak için bizimle bir harbe girerler mi hiç? Arkadaşlar, bunu nasıl düşünebiliyorlar? Görmüyorlar mı ki bugün Fransa’nın bizzat anavatanı büyük tehlikelerle sarılı haldedir." demişti.

Genel Sekreter Soyak, “Fransa hakkımızı teslim etmezse ne yaparız” diye sorduğunda Atatürk, “Bilirsin ki çocuk, 1921 senesindeki anlaşmayı yapanların başında ben vardım. O zaman Franklin Boullion ile bu konuda çok şeyler konuşmuştuk. Onları şimdiki Fransız yöneticileri, öğrenmemiş veya unutmuş olsa bile, ben asla unutmadım ve unutamam. Bu nedenle defalarca hatta Fransız elçisi Mösyö Ponsot’ya da açıkça söylediğim gibi dava, benim kişisel davamdır ve gerekirse yine kişisel olarak halletmem gerekir. Şayet böyle bir zorunluluk karşısında, yani işi silahla çözmek zorunda kalırsak, tutacağım yolu da çoktan kararlaştırmış bulunuyorum. Böyle bir durumda Devlet Reisliğinden hatta milletvekilliğinden istifa edeceğim. Serbest bir Türk vatandaşı olarak, bu işte çalışan arkadaşlarla beraber Hatay topraklarına geçeceğim. Bildiğin gibi bunun her zaman imkânı ve çok emin yolları vardır. Oradaki mücahitlerle ve Anavatandan kaçıp bize katılacağından şüphe etmediğim kuvvetlerle, meseleyi yerinde ve içten halletmeye çalışacağım. İsterse Türkiye Hükümeti, beni ve arkadaşlarımı asi ilan eder ve hakkımızda kovuşturma yapar.” yanıtını vermişti.

Aslında Atatürk’ün rahatsızlığı 11 Ocak 1937 günü can yoldaşı arkadaşının ölümüyle daha da hızlanmıştı. Ölüm haberini aldığında Berberi Mehmet Tanrıkut Mete’nin yanında olmasına rağmen hayatında ilk kez hüngür hüngür ağlamıştı. Birlikte paylaştığı binlerce anı, bir anda kül olup uçuvermiş Dolmabahçe Sarayı adeta üzerine yıkılmıştı.
Beş gün kimsey­le pek fazla konuşmadı. İçine kapandı. Kendisini 16 Ocak günü Yüksek Ticaret Okulu’nun 54. kuruluş yıldönümü nedeniyle Pera Palas’ta düzenlenen toplantıyı şereflendirmesi sırasında görenler şaşkındı. Çevresindekilerle kısa süreli konuşmalar yapıp geçiştir­di. Sadece gençlerle sohbeti uzun tuttu. Akşam Dolmabahçe’ye döndüğünde Cenevre’de bulunan Afet İnan’a mektup yazdı:

“Hatay üzüntüsüne, Conker’in ölümü acısı karıştı, bu acı­nın açtığı yaranın derinliğini tahmin edersin...”

Nuri Conker, hayatının büyük bölümünde yer alan, kendisine “Kemal” diye hitap etmesine izin verdiği tek arkadaşıydı...

ATATÜRK: “NE YAPACAKSAN ÇABUK YAP, BEN HASTAYIM...”

Mart 1938

Fransızlar rahat durmuyordu…
Hastalığı hızla ilerliyordu. Başbakan Celal Bayar olmuştu. Yabancı hekim konusunu bir kez daha Atatürk’e hatırlattı. Yaklaşık bir buçuk ay önce de hatırlatmış, “Ortada Hatay mese­lesi var, hastalığım dışarıda duyulursa fena olur” yanıtını almıştı.

Bayar, bir kez daha ısrarcı oldu:

“Efendim bizim için en önemli dava sizin sağlığınızdır. İzin verin bir yabancı uzman getirelim...”
Bu kez itiraz etmedi.

“Çocuk!” dedi. “Ne yapacaksan çabuk yap, ben hastayım.”

22 Mart 1938 günü Hitler’e bağlılık yemini eden Prof. Hans Eppinger Atatürk’ün muayene ve tedavisi için uygun görüldü. Ünlü bir karaciğer uzmanıydı. (Adı 2. Dünya Savaşı’nda ölümcül deneyler yapmasıyla tanınacak, savaş bitiminde yargılanacağı sırada intihar ederek hayatına son verecekti. Bkz. ATATÜRK’ÜN KATİLLERİ ve O DOKTOR)

“ATAMIZIN SIHHAT VE AFİYETİ TAMAMIYLA BERKEMALDİR.”

18 Mayıs 1938

Fransızlar Hatay’ı kafalarına takmıştı. Gazeteleri, yayınlarında sürekli Hatay’ı hedef gösteriyor, bir an önce ülkelerine katılmasını istiyordu. Öyle ki, Atatürk’ün hasta olduğunu, yerine Köşk’e kimin çıkacağı üzerine spekülasyon yapmaya bile başlamışlardı.

Bardağı taşıran haber 18 Mayıs 1938 günü İngiliz Daily Telegraph gazetesinde yayımlandı. Haber, Beyrut’ta yayımlanan Echo de Syrie gazetesine atfen veriliyor­du ve “Atatürk’e inme indi...” diye bildiriyordu. Haberde üstelik “Devlet erkânı Atatürk’ün başucundan ayrılmıyor, Atatürk artık cumhurbaşkanlığı yapamaz halde ve yerini Celal Bayar’a bırak­maya hazırlanıyor...” deniliyordu.

Atatürk ortaya çıkmak istiyordu. Gizlice birkaç kez (nisan ve mayıs ayında 6 kez) Ankara Numune Hastanesi’ne muayeneye gitmişti.

Son Cumhuriyet Balosu’nda (29 Ekim 1937) herkesin içinde Fransa Büyükelçisi Henri Ponsot’a sohbet esnasında, “Ben toprak büyüt­me dileklisi değilim, barış bozma alışkanlığım yoktur; ancak antlaşmaya dayanan hakkımızın isteyicisiyim. Onu almasam edemem. Büyük Millet Meclisi’nin kürsüsünden milletime söz verdim: Hatay’ı alacağım! Milletim benim dediğime inanır. Sö­zümü yerine getiremezsem onun huzuruna çıkamam, yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim, yenilemem; yenilir­sem bir dakika yaşayamam” demişti.

Ertesi sabah 19 Mayıs törenleri vardı. Gece uyku tutmamıştı. Yaverine seslendi:

YARIN MERSİN''E HAREKET EDECEĞİZ. HAZIR OLUN!"

Sabah törenleri izledi, akşam saat 17.00’de trenle Ankara’dan Mersin’e hareket edildi.

ŞÜKRÜ SARACOĞLU: “(...) BU, BİR ÖLÜ RENGİ.”

20 Mayıs 1938 / Mersin

Biraz olsun kendini iyi hissediyordu. Sahil gezintisine çıktı. Akşamın serinliği hoşuna gitmişti. Bir gramofon bulunmasını emretti. Acele bulup getirdiler. Kısa bir zaman önce vefat eden, hayranı olduğu Hafız Mehmet’in bir plağını koydular. Çok sev­diği eski bir sesin yankılarını duyunca dalıp gitti. Plak bitince derin bir iç çekti ve yanındakilere: “Çocuklar” dedi. “Gördünüz ya, bu kubbede kalan meğer yalnız hoş bir seda imiş...”

Tarsus’u ziyaret etti, ardından Adana’ya geçti. Hastaydı, ayakta duracak hali yoktu ama dipdiri grünmeye çalışıyordu. 1 saat 20 dakika süren askeri resmigeçidi ayakta izledi. Dünyaya “Hasta değilim, sapasağlamım” mesajı vermek istiyordu.

Tren Pozantı’yı geçerken yanına gelen Salih Bozok’a, “Ben ölece­ğim Salih çünkü benim hastalığım sirozdur. Bu hastalık beni ölüme götürecektir. Okudum, tetkik ettim. Bu hastalıktan kurtuluş yoktur. Siroz insanı muhakkak öldürür” dedi. “Ölümü istemek cesaret de­ğildir ama ölümden korkmak da ahmaklıktır” diye de ekledi.

Bir ara Celal Bayar’ı yanına çağırdı:

“Ecnebi sefirlerine deyiniz ki Atatürk Mersin’dedir ve Hatay meselesini halledinceye kadar da Mersin’de kalacaktır.”

Tören biter bitmez soluğu Seyhan Nehri kıyısındaki Belediye Parkı’nda aldı. Hasır bir koltuğa oturdu, istirahat etti. Uzun uzun Seyhan Nehri’ni izlemeye başlarken düşüncelere daldı. Tam o sı­rada kendisine portakal ikram edilince kendine geldi ve doktoru Prof. Neşet Ömer İrdelp’e dönerek, “Portakal zararlı değil mi­dir?” diye sordu. “Posası olmasaydı, iyi olurdu...” yanıtını alınca şekersiz bir kahve istedi. Yiyemediği için bir çocuk kadar üzüldü.

Muhafız Alay Komutanı İsmail Hakkı Tekçe ve Prof. Neşet Ömer Bey aralarında konuşuyordu. Neşet Ömer Bey, “Paşa Haz­retleri iyi, beş kilo daha aldılar” dedi. Bunun üzerine İsmail Hak­kı Bey itiraz etti:

“Ama hocam! Buraya geleli daha bir hafta olmadı. Bir hafta­nın içinde beş kilo alması sizin dikkatinizi çekmedi mi? Burada bir gayri tabiilik olacak.”

Prof. Neşet Ömer Bey suskun kaldı...

Dinlenmesi bittikten sonra özel treninin vagonuna geçti. Ayakta duracak hali kalmamıştı. Hararet bastı, hediye edilen portakallardan yedi sekizini buzluktan çıkarıp yedi; yedikçe “Oh!” çekti. Arkadaşı Salih Bozok’a da yedirdi, sonra gidip yattı. (Bir önceki akşam yemeğinde yine burnu kanamıştı.)

Kendini hiç iyi hissetmiyordu ama beklediği sonucu almış­tı, güç gösterisi yapmış, dünya basını aracılığıyla liderlere mesaj vermişti...

Ankara’ya gelişinin ertesi günü İstanbul’a gitmek istedi. Dev­let erkânı garda toplanmıştı. Dostlarına, birlikte kurdukları baş­kente veda etti. Garın salonuna kadar güçlükle geldi. Ayakta du­ramayarak oturdu. Yanında bulunan Şükrü Saracoğlu, arkadaşı Falih Rıfkı Atay’a, “Atatürk’ün derisinin rengine bak. Bu, bir ölü rengi” dedi.

ATATÜRK: “HER GELİŞİN, BİR GİDİŞİ VARDIR.”

Hekimlerin müdahalesiyle biraz olsun acıları dinmişti... Antakya’da, 3 Temmuz 1938 günü Türk ve Fransız askeri heyet­leri arasında imzalanan “Askeri Antlaşma” gereğince her iki tara­fın Hatay’da eşit sayıda asker bulundurması kararlaştırıldı. Öncü birliklerimiz iki gün sonra Hatay’a girdi. Atatürk, Anadolu Ajansı aracılığıyla demeç verdi:

“Hatay milli meselemizin dostça tedbirlerle olumlu sonuca ulaştırılmasından duyulan sevinç yerindedir.”

9 Temmuz 1938

Hatay sorununun çözülmesi mutlu etmişti. İstirahat etmesi için herkes elinden geleni yapıyordu. Yatın yardımcı kuvvet ve elektrik devrelerini besleyen makinelerin gürültü ve sarsıntısın­dan rahatsız olmasın diye Savarona Dolmabahçe önünde demir­lediği zaman bordasına denizaltı gemisi gönderilerek bataryala­rından cereyan alınıyordu. Bir gün önce, izinli olarak İstanbul’a gelen Londra Büyü­kelçisi Ali Fethi Okyar’ı kabul edip konuşmuşlardı. Gün içinde Bakanlar Kurulu’nu Savarona’da toplamıştı. (Bakanları ile son toplantısı olacaktı.)

Yorulduğunu hissetti. Kamarasına çekildi. Doktoru Neşet Ömer Bey yanına gelip kontrollerini yaptı. Ellerini açarak, “Allahım beni iyi et!” diye duacı oldu.

Yatta bulunan uşağı Cemal Granda’nın yemek servis ederken üzgün olduğunu fark etti. “Doktorlar iyi olacağımı söylüyorlar amma Cemal...” dedi, ekledi:

“Buna pek ben inanmıyorum, sen nasıl görüyorsun, iyi ola­cak mıyım dersin?”

Boğazı düğümlendi, yutkundu, gözleri doldu, Paşa’sına yanıt veremedi. Teskin edici sözlerle Cemal Bey’in üzülmesinin önüne geçti ve suyunu yudumlamadan önce, “Her gelişin, bir gidişi vardır.” dedi...

Dediği gibi olacaktı takvim yaprakları 1938 yılının Kasım ayını gösteriyordu. Hastalığının son safhasındaydı, vefatına çok az bir süre kala bir dileği vardı. Canının enginar ye­meği çektiğini söyledi. Fakat o sebze o zaman İstanbul’da bulun­muyordu. Hemen Hatay’a ısmarlanması istendi. Ama olmadı, yiyemedi, enginarlar geldiğinde durumu ağırlaşmıştı; yemesi kısmet olmayacaktı…
Vicdan yürekli, çelik iradeli özgürlük savaşçısı, vatanının bekçisi, koca dünyanın Barış Elçisi, milletinin sevdalısı Asrın Lİderi takvim yaprakları 10 Kasım1938 günü, saat 9''u 5 geçe aramızdan usulca göçüp gitti...

SONRASINDA NELER YAŞANDI?
Atatürk, diplomasinin tıkandığı noktalarda askerî kuvvete başvurabileceğini Fransa’ya hissettirmiş ve Fransa’nın çıkardığı engeller böylece adım adım aşılmıştı...

Milletler Cemiyeti devreden çıkarıldı, Türkiye, Fransa’yı ikili müzakerelere zorladı…

“Hatay’ın büyük çoğunluğu Türk’tür” tezi hukuken tescil edildi. Tayfur Sökmen’in Cumhurbaşkanı, Abdurrahman Melek’in Başbakan olduğu her yönüyle; Türklerin hâkimiyetinde bağımsız Hatay Devleti’nin 2 Eylül 1938 tarihinde kurulmasıyla, aslında Türkiye açısından sorun büyük oranda çözüldü…

Fransa ile 23 Haziran 1939 tarihinde Hatay’ın Türkiye’ye bırakılmasına ilişkin anlaşma imzalandı…
29 Haziran 1939''da Hatay Devleti Millet Meclisi''nin aldığı karar doğrultusunda Türkiye''ye katıldı. Türkiye ise, 7 Temmuz 1939 günü çıkarılan bir yasa ile "Hatay" ilini kurarak katılma işlemini sonuçlandırdı.
23 Temmuz 1939 tarihinde de Fransız birlikleri Hatay''ı terk etti

 

 

Atatürk, milletine verdiği sözü bir kez daha tutmuş oldu.

 

Kaynak:
Yaşar Gürsoy, Atatürk’ün Katilleri ve O Doktor
Atatürk ve Berberi Hoşça kalın Çocuklar
Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar
Enver Ziya Karal, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi
Ayşe Afet İnan, Atatürk’ten Mektuplar
Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü,
Kılıç Ali, Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Sırları,
Özel Şahingiray, Atatürk’ün Nöbet Defteri
Eren Akçicek, Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölü­mü
Celal Bayar, Atatürk’ten Hatıralar
Falih Rıfkı Atay, Çankaya

Yazarın Diğer Yazıları