Ata’mızın hastalığına teşhis 7 aylık gecikmeyle konuldu
Resmî belgeler ve yakın çalışma arkadaşlarının anıları, Cumhuriyetimizin kurucusu, ilk Cumhurbaşkanımız, büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk’ün genel sağlık durumunun hiçbir zaman iyi olmadığını gösteriyor.
Cepheden cepheye koşarak geçen zor yıllar nedeniyle yaşamı boyunca çeşitli hastalıklarla boğuşmak zorunda kaldı.
Yıllarca böbrek sancıları çekti. Sıtmaya yakalandı. Çölde maruz kaldığı kum fırtınası yüzünden gözlerinden hastalandı. Biri 1923, diğeri 1927’de olmak üzere iki kez kalp krizi geçirdi. Akciğerleri de sağlam değildi, birkaç kez zatürre nedeniyle tedavi oldu.
...
Atatürk’ün ölümüne neden olan siroz hastalığına gelecek olursak…
Bu hastalığın ilk belirtileri 1937 yılının ortasında görüldü.
O dönemde Atatürk’ün fiziksel durumunda ciddi bir bozulma meydana geldi. Zayıfladı ve rengi sarardı. Biraz çalışınca hemen yoruluyor, bitkin düşüyordu. Bir süre sonra bacaklarında şiddetli kaşıntılar başladı. Zaman zaman da burnu kanıyordu.
Tüm bu belirtiler karşısında özel doktorları doğru teşhisi bir türlü koyamadılar.
Şiddetli kaşıntının Çankaya Köşkü’nü saran kırmızı karıncalardan kaynaklandığı düşünüldü. Burun kanamasını ise gelip geçici sıradan bir olay gibi görüp tampon koyarak önlemeye çalıştılar. Karaciğerle ilgili kontrollerin yapılması ve gerekli önlemlerin alınması ne yazık ki akıllara gelmedi.
...
Atatürk’e siroz teşhisini koyan doktor, kendi özel doktorlarından biri değil Yalova Kaplıcası Müdürü Prof. Dr. Nihat Reşat Belger oldu.
Dinlenmek için Yalova Kaplıcaları’na giden Atatürk’ü burada muayene eden Belger, karaciğerde büyüme olduğunu el muayenesiyle belirledi ve daha sonra yaptığı diğer tetkiklerle siroz teşhisini net biçimde koydu. Tarih, 22 Ocak 1938’i gösteriyordu.
Atatürk’te siroz hastalığının başlamasıyla bunun teşhis edilmesi arasında geçen zamanın en az 7 ay olduğu tahmin ediliyor.
Geç teşhis yapılan tedaviye yanıt alınamaması sonucunu da getirdi doğal olarak.
Hastalık giderek ilerledi ve 1938’in Temmuz ayından itibaren en ağır dönemine girdi.
O günlerde Atatürk’ün karnı su topladığı için sürekli şişiyordu. Birinde doktorlar karnından litrelerce su çekmek zorunda kaldı.
Atatürk, 8 Kasım 1938’de ağır komaya girdi, 10 Kasım 1938’de de yaşama gözlerini yumdu.
...
Vefatının yıldönümünde Ata’mızı her zamanki gibi sevgi, saygı ve özlemle anıyorum.
O, Kurtuluş Savaşı’nı da savaştan sonra yeni ve çağdaş bir devlet kurma mücadelesini de yaşamını hiçe sayarak, adeta kendini feda ederek yapmıştı.
////////////////////////////
“Kemal, o uçağa binme!”
++++++++++
Yıl 1910.
Aralarında genç bir Osmanlı subayı olan Mustafa Kemal’in de bulunduğu askerî heyet, Fransa- Picardie’de yapılan havacılık fuarını izlemekle görevlendirilir.
Heyetin başkanlığını Ali Rıza Paşa yapmaktadır.
Picardie’ye gidilir.
Fuardaki bilgilendirme toplantıları ve uçak gösterilerinin son gününde ev sahibi Fransız komutanlar, konuk subayları gösteri uçaklarıyla uçmaya davet ederler.
Mustafa Kemal, o uçaklardan birine yönelmiştir ki, Ali Rıza Paşa kolundan tutar, gitmesini engeller:
“Aman, uçağa filan binme Kemal! Bilmediğin aş ya karın ağrıtır ya baş!”
Komutanını dinleyip yöneldiği uçağa binmez Mustafa Kemal.
Ve az sonra uçmaya başlayan o uçak çok geçmeden yere çakılır.
...
Mehmet Barlas’ın “Dün Dündür” kitabında anlattığına göre Atatürk, 29 Ekim 1934’te Cumhuriyet’in 11. yıldönümü dolayısıyla Ankara Orduevi’nde düzenlenen resepsiyonda bu anısını anlatıp şunları söyler:
“Uçağa benim yerime başka ülkeden bir subay bindi. Bu uçak havada bir dönüş yaptıktan sonra yere çakıldı. Ölümden kurtulmuştum.”
...
Genç Osmanlı subayı Mustafa Kemal o uçağa binseydi ve hayatını kaybetseydi neler olurdu acaba?
Kurtuluş Savaşı’nı yapabilir miydik?
Bağımsızlığımızı ilan edebilir miydik?
Cumhuriyeti kurabilir miydik?
Halifeliği kaldırabilir miydik?
Devrimleri gerçekleştirebilir miydik?
Bugünlere gelebilir miydik?
...
Bu arada, şunu ilave etmekte de yarar var:
Mustafa Kemal Atatürk, 1910’da yaşadığı o olayın ardından hayatı boyunca hiç uçağa binmedi. Ulaşımda kara, demir ve deniz yollarını kullandı.