Asıl sorun: Zihniyet!
"Milli Eğitim bakanı müjdeyi verdi" diye haber yapmış medyamız. Neymiş bu müjde diye bakıyoruz, "ders sayılarını azaltacak"larmış.
Hiç şaşırmadım.
Müjde: Ders sayısını azaltma.
Eğitimde millileşmenin devamını getirme değil. Eğitimde muassır (çağdaş) medeniyetin üstüne çıkma gayreti de değil.
Eğitimin planlanması ve ülke ekonomisinin ihtiyacına yönelik bir planlama kesinlikle değil.
Öyle ise bu toplumun çocukları gelecek yıllarda gene işsiz kalacak. Ve gün gelecek okumanın, diplomalı olmanın bir önemi kalmamış olacak Bu durumda "bari dinimizi öğrenelim de ahiretimizi garantileyelim" anlayışı doğabilir.
Doğsun mu?
Bence yeni toplum kurucuların özlediği şey bu. Hatta bütün çabaları böyle bir düşünce yapısına ulaşmak. Toplum buraya ulaştı mı gerisi kolay. Çünkü "toplum bunu istiyor" diyecekler.
Bu aşamadan sonra saray ve sürüsü yaratılacaktır.
Sürü yaratmanın, koca koca kitleleri kontrol etmenin tecrübeyle sabit tek bir aracı var: Din!
Öğret, inandır, belirli merkeze (tarikat, cemaat, hocaefendi) bağla. Sonra bir kişiyi yönet, herkes yönetilmiş olsun.
İşte bakın FETÖ sürüsüne. Etiyle kemiği ile önümüzde canlı bir örnek. Örgüt bunca badireler atlatmasına rağmen kimse zihnini özgürleştirip, bireysel karar alabiliyor mu?
Alamıyor.
Alamaz.
Çünkü insanoğlu akıllı olduğu kadar, duygusal yönetilen bir canlıdır. Bu sebeple, genel kabullerle oluşturulan zihin haritaları ve kutsalla mıhlanmış bütün düşünceler, insanı yönetir. Çünkü korku şarlanmasıyla oluşturulmuştur.
Eğer yükseklik korkunuz varsa, apartmanın balkonundan bakamaz, asansörle tepelere çıkamazsınız. Yanlış olduğunu bilseniz, aklınız inanmasa da yapamazsınız. Korku şartlanması; "cehennem, ateş, ahiret, keramet ve rüya yoluyla haberleşme" kodları üzerinden tarikat ve cemaat kişisine yüklenir.
Hatta öncelik budur.
Cemaatten ayrıldığında, hakkında kötü düşündüğünde ya Allah onu cezalandırırsa. Ya günaha giriyor da bu yüce varlığı terk ederek ömrünün sonuna kadar günahkâr kalacaksa?
Değil mi?
Peki, ne olacak?
İhtiyatlı olacak ve gelişmeleri izleyerek oradan gelecek sese, en küçük bir mesaja kulak verecek. Öğrendiği kimi keramet öğretilerini hayatındaki küçük gelişme ve iyileşmelerle ilişkilendirecek.
"İşaret bu" diyecek. "Allah'ın bize gösterdiği hoca efendinin bir kerameti bu. Bak nasıl da ummadığım şeyler oldu... Neydi o rüyamda gördüğüm yem yeşil bahçe? Yarabbi sana şükür" dedikten sonra yoluna devam edecek.
Hatırlasanıza, Elâzığ depremini profesörün biri olay ve olguları nereye bağlamıştı. "Küçük yaşta kızların evlendirilmemesine."
Yani aslında rejime bağlamıştı. Çünkü küçük yaşta kızları evlendirmeyen ona göre Allah ve onun dini İslam değildi.
Kimdi peki?
Türkiye Cumhuriyetiydi.
Elazığ ve Malatyalılar (veya bütün Türkiye), sabi sübyanı cinsel obje olarak görüp, bunların evlendirilmelerine müsaade etmeyen devleti alaşağı etselerdi günah işlemeyecekler deprem felaketi de başlarına gelmeyecekti.
Kişi profesör olmasına rağmen, nasıl bir dini eğitim almışsa, kafası, depremi böyle anlıyor ve çözümleme yapıyor. Bu adama göre Allah'ın Elazığ ve Malatyalılarla, sorunu var. Bu cahil ulema, o kadar ileri gidiyor ki, Allah'ın yayındaymış gibi konuşuyor. Öyle ki, Allah'ın, neyi neden ve niçin yaptığın biliyor. Allah'ın (haşa) adeta aklını okuyor.
Tipik 17,18 ve 19.yy Osmanlı uleması.
O zihin dünyasının çek fotoğrafını, getir bu adamın önüne koy. Karşılaştır. Aynı. Zihniyet yapısı, olayları anlama biçimi, olay ve olguları açıklama şekliyle tam bir medreseli.
Eğer Milli Eğitim bir müjde verecekse kurucu değerlere dönüş yaptığını açıklasın.