19. yüzyılda İstanbul çocukları ve şiir
1881 yılının Şubat- Mart aylarında yayımlanan Mecmûa-i Ebuzziyâ’da Ziya Paşa’nın çocukluğuyla ilgili hatıraları var. Bu hatıralardan o zamanki İstanbul çocukları hakkında ilgi çekici şeyler öğreniyoruz.
Ziya Paşa’nın babası Galata gümrüğünde kâtip ve muhasip imiş. Süleymaniye Camii civarında yeni açılmış bir okul varmış: Mekteb-i Edebiyye. Lalasının refakatinde oraya gidermiş küçük Ziya. Mektepten çıkar çıkmaz da arkadaşlarıyla birlikte soluğu caminin bahçesinde alırlarmış. Lala ikindi namazını kılıp arkasından biraz da uykuya daldığından küçük Ziya doyuncaya kadar oyun oynarmış. Cami bahçeleri serin olduğu için çocuklar genellikle oralarda oynarlarmış.
Paşa şöyle diyor: “İstanbul’da cevâmi-i şerîfe avlularından başka gezecek ağaçlık mahal olmadığından, lala çocuğu bir cami avlusuna götürür.”
Çocukların cami avlusunda top, ceviz veya adım atlama oynadıklarını, “bu sırada ahlâka muzır olacak bin türlü edepsizlikleri de” öğrendiklerini Paşa’nın hatıralarından okuyoruz.
10-12 yaşlarında olan küçük Ziya’nın 55-60 yaşlarındaki lalası İsmail Ağa, şiire meraklı bir zat imiş. Âşık Ömer ve Gevherî’den bazı şiirler ezberindeymiş ve arada bir onları kendine mahsus bir eda ile okurmuş.
Tabii vakit her zaman mektepte ve cami bahçelerinde geçmiyormuş. Bazen de evde lala ile karşılıklı bulgur öğütürlermiş. Lala şair ruhlu ya, bir gün bulgur değirmenine bakıp ah etmiş. Küçük Ziya sebebini sorunca da bulgur değirmeni ile dünya arasında bir benzetme yaparak neden içlendiğini anlatmış. Değirmen buğdayları öğütüp bulgur kıvamına getirince nasıl onları dışarı atıyorsa dünya da insanları öğütüp tam kıvama geldikleri zaman dışarı atıyormuş.
Bir gün küçük Ziya “Şiir nedir?” diye sormuş lalaya. Lala da şiir Allah vergisidir, tahsille ve uğraşmakla olmaz, demiş. Burada sözü Paşa’ya bırakalım: “Bunu işitir işitmez gûyâ içimde küllenmiş bir ateş kümesi varmış da körüklenmiş gibi kendimde bir galeyan hissettim.”
Küçük Ziya o heyecanla bir iki beyit karalar ve ertesi gün lalasına gösterir. Halktan bir insan olan lalanın cevabı bence mükemmeldir: “… fena değil ama şiirde vezin, her satırın harekât ve sükûnu birbirine muvafık olmak demektir. Bunun ise kimisi fâilâtün kimi müstef’ilün olduğundan başka, hiçbirinden bir mânâ çıkmıyor. Kelimeler birbirlerine ‘dargın öküz’ gibi bakıyorlar. Halbuki şiirde vezin ile beraber mânâ da şarttır.”
Şiirde anlamın da şart olduğunu anlatmak için kullanılan şu ifadeye bakar mısınız? “Kelimeler birbirlerine dargın öküz gibi bakıyorlar.”
Kelimeler anlamca birbiriyle bağlantılı olmalı ve bu bağlantı, aralarında sevgi olan insanlar gibi olmalı.
Lalanın aruz vezni tarifi de çok açık. Ancak bugün anlaşılması için birkaç noktayı açmak gerek. “Harekât”, eski yazıda harflerin altına üstüne konan harekeler demek ve burada açık-kısa hece kast ediliyor. “Sükûn” ile de uzun-kapalı heceler anlatılmak isteniyor. Aruza göre üstteki mısra ile alttaki mısraların heceleri, işte bu nitelikleriyle birbirine paralel olmalıdır. Eskiler bunu, “harekât ile sükûnun birbirine muvafık olması” şeklinde anlatıyorlar.
Eskilerin hatıralarında gündelik hayatla ve kültürle ilgili daha neler var? Keşke daha çok hatıraya sahip olabilseydik!