16 Nisan'daki karanlık eller!
16 Nisan'da Cumhuriyet tarihinin en tartışmalı seçimlerinden birine imza atıldı. YSK'nın seçim günü kanunlara aykırı verdiği kararla hukuk ayaklar altına alındı.
Bugüne kadar Türkiye'deki tüm seçimleri inceleyen AGİT ilk kez "şaibe" ve "şüphe" yorumunda bulundu.
İşin daha da enteresan kısmı YSK'ya ulaşmayan sonuçların AA'ya nasıl ulaşabildiğiydi... Hiçbir kurumda, tüm sandıklara muhabir koyabilecek bir kapasite olmadığına göre, sonuçlar nasıl ve neye göre açıklanmıştı.
Türkiye hâlâ AA'nın sonuçları üzerinden siyasi seyrini sürdürmektedir.
YSK'dan gelen açıklamalar toplumu rahatlatmak yerine daha da gerginliğe sürüklüyor.
Meral Akşener'in Twitter hesabından paylaştığı "Erdoğan'ın gezisindeki YSK Başkanı" fotoğrafı ise sözün bittiği yerdir.
Türkiye'nin kaderini belirleyen, demokrasinin en temel tecelli noktası olan kurumun başındaki bir kişinin, siyasetin ve siyasilerin arasında ne işi vardır?
Böyle bir atmosferde, daha sonuçlar netleşmemiş, tartışmalarla toplum ikiye bölünmüşken, Erdoğan'ın "Atı alan Üsküdar'ı geçti" söylemini doğru okumak gerekmektedir.
Toplum, başkanlık tartışmalarıyla birlikte sistemli ve organize bir şekilde kutuplaştırılmak isteniyor. Bunu da büyük ölçüde başarmış durumdalar.
Anayasanın ihlal edildiği, kanunların ortadan kaldırıldığı bir modelde demokrasiden, insan haklarından, ifade özgürlüğünden, hukuktan ve en nihayetinde devletten söz edebilmek mümkün değildir.
Şimdi biraz daha geriye gidelim... Yaşadığımız hukuk garabetinin nasıl organize ve sistemli olduğunu göreceğiz.
1 Kasım seçimlerinden sonra MHP'de başlayan değişim hareketi, kanunlara ve anayasaya uygun olarak, noter onaylı delege imzalarıyla başladı. Bu imzalar gün be gün büyürken, resmi kanallardan hepsi ilgili makamlara taşındı. Yetkili mahkeme ve Yargıtay kararını verdi, seçimlere gidilmesini istedi. Kararların hepsi kanunlara göre verilmiş, meşru kararlardı.
Sonrasında Cumhuriyet tarihinin belki de en büyük hukuk skandallarından biri yaşanacaktı.
Hukuku ele geçirenler verdikleri kararla süreci durdurdular. Devlet Bahçeli'nin koltuğu garanti altına alındı.
Bu sırada delegelerin imzalarının gerçek olup olmadığını tespit etmek için savcılıklarda olmadık rezaletler yaşanmaya başladı. MHP delegeleri çömelerek, yan durarak, amuda kaldırılarak imza attırılmaya çalışıldı.
Yıllarını inandıkları parti için harcayanlar, kendi partilerinin yöneticileri ve devlet makamları tarafından "şüpheli" ve "hain" olarak tanımlandı.
Eş zamanlı olarak havuz medyası devreye sokuldu. Başta Akşener olmak üzere, genel başkan adaylarının tamamına olmadık iftiralar atıldı. Milliyetçi camianın önde gelen isimlerine FETÖ kumpası kurulmaya çalışıldı. Kumpas aynı gün çökmesine rağmen Bahçeli "Onlar Ülkücü değiller" açıklaması yapabildi.
İşte bu tezgahı kuranlar, bu hukuk cinayetini işleyenlerle Meclis'te referandum kararı aldı.
Oy aldıkları kitleye ihanet edercesine "başkanlık getireceğiz" diyenler AKP ile yol arkadaşlığına çıktı.
Ülkücüler, vatanseverler sandıkta öyle bir tokat attı ki nereye saldıracaklarını şaşırdılar.
Bu manzaraya rağmen, "seçim güvenliğini tartışamayız" açıklamaları yapılıp, Meclis kürsülerinden sağa-sola hakaretler yağdırılıyor.
Adeta yangından mal kaçırılıyor.
Ülkeyi iç çatışmanın eşiğine getirmek isteyenler karşısında tüm milletimizin sağduyulu hareket etmesi gerekiyor.
Ülkemize göz göre göre suikast yapılmak isteniyor.
7 Haziran sonrası başlatılan süreci doğru okumak zorundayız!
MHP kongresini durduran karanlık eller kimlerse, 16 Nisan garabetini yaşatanlar da aynı ellerdir!