Yılmaz Özdil ve Uğur Dündar kurtuldu mu?
Sevgili Yılmaz Özdil dünkü “Gizli tanık tutanağı...” başlıklı yazısında gazetecilerin her dönem karşılaştıkları bir olayı yazmış.
Haber kaynağı ile gazeteci ilişkisinin sınırlarını...
Haberci nerede durmalı, haber kaynağını nasıl test etmeli, haber veren (verecek) kişi haberciyi kullanmaya mı çalışıyor, vs.
Bunun sınırlarını belirlemek çok zor.
Geçmişte çok gördük, izledik.
Herkes bugün Yılmaz Özdil’in gösterdiği duyarlılığı göstermiyor. Kimi zaman, kaynak kişinin, kendisine kasıtlı bilgi getirdiğini bildiği halde, “şartlar onu gerektiriyor” (!) diye, bile bile lades diyor. Ve üstelik o adama para da ödüyor!
Para ödeyerek kendisinin büyük gazetecilik yaptığını sanan pek çok gazeteci (!) var ülkemizde.
Bu vaktiyle çok tartışılmıştı. Parayla konuşturduğun kişi, senin istediklerini de söyler mi? Yoksa, hem parayı alır, hem de seni kandırır mı? Ya da, “ne kadar para o kadar itiraf” düşüncesi mi egemendir?..
Bu haber kaynağı, bazen gazetecinin kendisi ya da patronu da oluyor!
İtirafçı medya patronu!..
Bakınız, eski medya patronu Dinç Bilgin, iki gündür Taraf Gazetesi’ne açıklamalar yapıyor. Kamuoyu karşısında neredeyse “İtirafçı medya patronu” var!..
Dinç Bilgin olayı ayrı bir konu.
Bu kadar darbe yemiş bir patronun, üstelik kendi açıklamasına göre, “yeni gazete çıkarmak için yanıp tutuşan” bir medya patronunun Başbakan Erdoğan’a ve Taraf Gazetesi’ne dizdiği övgüler ise, geçmişteki yanlışlarının tekrarı gibi.
Geçmişte, diğer siyasetçilere olan tavırların yanlış olduğunu söylerken, bugünkü güçlü siyasetçilere yakınlaşma çabası ciddi tartışma konusu. (E kardeşim Hulki, sen de herkesi eleştirdiğin için adam olmuyorsun! Sen de biraz güçlüye yaklaş, pohpohla, ne kaybedersin değil mi?.. Üstelik eleştirdiğin kişi, belki yarın yeni gazetesinde sana milyonlar verecek kişi olabilir, salaklığına doyma!..)
Kurtuluş mümkün mü?
Gelelim tekrar Yılmaz Özdil’e.
Özdil özetle diyor ki; “Erzincan Başsavcısının içeri atılmasına vesile olan gizli tanıklar defalarca ve çeşitli biçimlerde bize ulaşmak istediler. Her defasında Savcılara gitmelerini söyledik, görüşmedik. Sonra gördük ki, başka gazetelerde ’gizli’tanıkların boy boy açıklamaları var.”
Özdil’in çıkardığı sonuç da şu:
“Eğer hukuka inanmasaydık, gazeteciliğin sınırlarını bilmeseydik, tıpış tıpış kapımıza gelen ve hatta peşimizden koşan gizli tanıkların üstüne balıklama atlasaydık, şu anda yandaş medyanın manşetlerine ’ampül’gibi konmuştuk!”
Sevgili Özdil, kendisinin ve Uğur Dündar’ın böylece “kurtulduğunu” (!) düşünüyor.
Bence yanılıyor.
Çünkü, hukuka inanmak iki taraflıdır. Bizlerin inandığı gibi, karşımızdakilerin de inanması gerekir.
Allah göstermesin. Diyelim ki, bu sözde “gizli tanıklar”, gittiler bir yerlere ve sizin dediklerinizin tersini anlattılar.
O zaman ne olacak?
Hukuk kime inanacak? Kendinizi nasıl anlatacaksınız? Anlatmanız ne kadar süre, ne kadar ay ve belki de yıl alacak?
Bugün başına “iş” gelen meslektaşlarımız da bundan yakınmıyor mu?
O yüzden, Allah herkesi “hukuksuzluktan” korusun.
Allah’ın adaletine sığınmak
Geçen yazımın başlığı, “Eğri cetvelden doğru çizgi çıkar mı?” idi. (Bu sözün bir filozofa ait olduğunu yazmıştım. Düzeltiyorum, Hz. Ali’ye aitmiş.)
Başıma gelen “hukuksuzluğu” anlatmıştım. Beni savunması gereken avukatım, hukuk bilgilerini aleyhime kullanmış, bana dava açmıştı. Ben de “bana dava açan avukat beni nasıl savunacak?” düşüncesiyle, diğer davalarıma girmesin diye onu azletmiştim.
Bu, “haksız azil” imiş!.. Yani, ben (Bu, siz de olabilirsiniz) davalı olduğum avukatla çalışmaya devam edecekmişim!
Siyasal’da bize “Hukuk mantık bilimidir” diye öğretmişlerdi. Aynı zamanda etik bilimidir de.
Şimdi araştırıp öğreniyorum ki, mahkemede, davacı avukat lehine “bilirkişilik” (!) yapan da bir avukatmış! Ve, üstelik davacı avukatın arkadaşı!..
Hukuka bakar mısınız?..
Hukuksuzluğa karşı, olayı, hukukun olduğu yere kadar kovalayacağım!
Laik bir ülkede ve hukuk devletinde, hukuka sığınmaktan başka çaremiz yok.
Ama, sevgili Özdil’e de diyorum ki, Allah’ın adaletine de sığınmalıyız.