Ulusal kalkınma

Gelişmekte olan ülkelerde, kalkınma politikaları ve bunların uygulaması, ulusal kökenli veya dış kökenli olabilir. Söz gelimi, IMF önerileri olabilir. IMF Stand-by düzenlemesi yaparken, önerdiği politikaları şart koşuyor. Bu anlamda ulusal iktisat politikası özellikle finans çevreleri tarafından yanlış yorumlanıyor. Ulusal iktisat politikası, küreselleşme karşıtı bir anlayış değildir. Tersine küresel süreçte, dış ekonomik ilişkilerde ülkenin ekonomik çıkarlarını önde tutacak, diğer ülkelere karşı rekabet gücünü koruyacak politikalar ve önlemler bütünüdür.
Başka bir ifade ile ulusal iktisat politikası, küresel süreçte ülkenin ekonomik çıkarlarını koruyacak, ülke mallarının uluslararası piyasada rekabet gücünü artıracak, ekonomik anlamda bir ülkenin açık veya gizli olarak kaynak kaybını önleyecek bir politikadır. Bu tür bir politikanın, klasik iktisat, neoliberal politikalar içinde değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü ülkelerin kendine özgün koşulları, özellikleri, sosyo-kültürel yapısı, tarihi ve kültürel değerleri birbirine uymaz. Ulusal iktisat politikaları bu koşullar içinde şekillenir. Bu anlamıyla evrensel bir teori değildir.
Söz gelimi, Çin’de piyasa ekonomisi anlayışı ile ABD’de piyasa ekonomisi anlayışı birbirinin tersidir. Buna rağmen her iki ülke de ulusal politika uygulamaktadır. Çin, merkezi kararlar ve kur politikası ile rekabet gücünü artırıp, dış işlemlerde cari fazla vermektedir. ABD ise kapitalizmin temsilcisidir. Cari açık veriyor. Ancak doları dünya parası yaparak ulusal çıkarlarını koruyor ve ulusal politikalar uyguluyor.
Kişisel düşüncem, küresel süreçte iktisat teorilerine boğulmak yerine, ülke çıkarlarını maksimize etmenin tek yolu ulusal politikalardır.
Eğer dış kaynaklı politikalar belirleyici olursa, yani iktisat politikalarını, IMF gibi, Dünya Bankası gibi, uluslararası kurumlara bırakırsanız, bunların önereceği politikalar, ülke çıkarlarını değil, küresel piyasanın istikrarını ve diğer ülkelere zarar vermeyecek iktisat politikalarını önde tutar. Ayrıca da bunlar yalnızca ellerindeki ekonomik göstergelere göre politika alternatifleri seçerler, toplumun alışkanlıkları, tasarruf ve yatırım potansiyeli, gelenekler gibi bu politikaları etkileyecek değişkenlere bakmazlar. Türkiye bunun iki örneğini yaşadı.
1999’un sonunda IMF Türkiye için sabit kur sistemi önerdi. 2000 yılında TÜFE oranı yüzde 39 oldu. MB kur artışını yüzde 20’de tuttu. 2001 krizi oldu. Krizden sonra ise sabit kur rejimin tam tersi, dalgalı kur sistemi önerildi. Bir buçuk yıl içinde aynı ülkeye birbirinin tam zıddı, iki farklı kur sistemi önerildi. Türkiye, IMF’den kaynak kullanmak için zorunlu olarak, IMF önerilerini kabul etti.
Bugüne kadar kalkınma modelleri içinde, küresel dünya gerçeği yer almamıştır. Bugünkü dünyada, ekonomik ve sosyal şartlar değişmiştir. Piyasa genişlemiştir. İnsan faktörü daha belirgin olarak ön plana çıkmıştır. Irak örneğinde olduğu gibi, petrol kaynakları için verilen sıcak savaşların yanında, gizli bir sömürü aracı olarak kur savaşları da yapılmaktadır. Kur savaşlarında ülkeler dış rekabet güçlerini korumak veya artırmak istiyorlar. Ayrıca bütün dünyada kırsal kesimin payı azalmıştır.
Çin’de kırsal kesimden sanayi sektörüne ucuz işçi transferi olmaktadır. Gelişmiş ve bazı gelişmekte olan ülkelerde ve Türkiye’de tersine, az da olsa kırsal kesime dönüş vardır. Bu şartlarda kalkınmanın yeni bir anlayış içinde olması gerekir: Bu anlayış dışa kapanmadan, uluslararası piyasada daha aktif olmak ve ülkelerin rekabet gücünü artıracak politikalar uygulamaktır.
Gelişmiş ülkeler ulusal ekonomik çıkarlarını korumak ve dünya ekonomisinden daha çok pay almak peşindedir. Söz gelimi, ABD’de Başkanından işçisine, tüm ABD halkı, dünyada atılan her adımda ABD ulusal çıkarlarının koruması gerektiği konusunda hem fikirdir. Dünyada büyük ihalelerde ve özelleştirmelerde Başkanlar, Cumhurbaşkanları ve Başbakanlar devreye giriyor. Gelişmekte olan ülkeler içinde Çin, dış ekonomik ilişkilerde rekabet gücünü korumak için sürekli olarak milli parasını düşük tutuyor. ABD ve Avrupa, Yuan’ın değerini artırsın diye Çin’e baskı yapıyor. Bu nedenledir ki Çin, dış cari işlemler fazlası veriyor. Hindistan ve Brezilya da aynı şekilde cari fazla veriyor.
Küreselleşmeyi bir ekonomik sömürü aracı olarak planlayanlar, 2001 krizinden sonra son on yıldır en iyi sonucu Türkiye’den aldılar. Türkiye yüksek dış açıklar veriyor. Yabancılar yüksek kâr ve faiz transferi yapıyor. Bankacılık sektörüne yabancı sermaye hâkim oldu. Oysa ki teoride, iktisatta Ricardo’nun çok bilinen mukayeseli (karşılaştırmalı) üstünlükler teorisi, ticaret yapan iki ülkenin, ikisinin de kârlı çıkabileceği bir ilişkiyi açıklamaktadır.
Sonuç olarak, bugünkü şekliyle, küreselleşme rasyonel ve “Ulusal İktisat Politikaları” uygulamayan gelişmekte olan ülkelerin kaynak kaybına neden olmuştur.
Ulusal politikaların temel dinamiği, dış rekabet gücü kazanmak olmalıdır. Bir ekonomide kamu açıkları, enflasyon gibi istikrar sorunları GSYH içinde reel faizlere bağlı olarak, devletten özel sektöre veya tersi kaynak transferine neden olmaktadır. Gelir dağılımını olumsuz etkilemektedir. Aynı zamanda ekonomide kırılganlığını artırmaktadır. Yatırımları caydırmaktadır. Ancak bir ekonominin dış rekabet gücünü kaybetmesi doğrudan doğruya kaynak ve varlık kaybına neden olmakta ve potansiyel fakirleşme getirmektedir.
Bu bağlamda bir ülkenin önce dış rekabet gücünü artırması gerekir. Türkiye’nin dış rekabet gücünü artırması için, daha gerçekçi bir kur rejimi uygulaması gerekir.
Gelişmekte olan ülkeler bir çözüm olarak kısa vadeli sermaye ve spekülatif sermaye girişlerini kontrol etmek zorundadır. Türkiye ise ilaveten bankalarda ve medyada yabancı payını düşürmelidir. Ayrıca gelişmekte olan ülkeler ve Türkiye’nin, uzun dönemli ve yeni yatırım yapacak, yeni teknoloji getirecek ve istihdam yaratacak yabancı sermayeli yatırımları desteklemesi gerekir.

Yazarın Diğer Yazıları