Tüh ulan be!..

Çok yaklaşmışlardı. Milliyetçileri yeryüzünden silmek için kolay ele geçmeyecek bir fırsat
yakalamışlardı. Zanlının “MHP binasının önünden geçtiğine dair anlık bir görüntü” bile yetecekti linç kampanyasının fitilini ateşlemeye. Lakin saldırgan DEV-YOL sanığı çıktı


Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Başkanı Süleymen Çelebi’nin önceki gün Genel Merkez binasında, makam odasında uğradığı silahlı saldırının “arka bahçesi”, olayı haber alır almaz, “devrim şehidi uğurlama konsepti”ne uygun açıklama, kınama, anma, toplanma organizasyonuna girişenleri hayal kırıklığına uğrattı.
O gün saat 14.30 - 15.00 itibarıyla DİSK Genel Merkezi’ne, Florance Nightingale hastanesinin önüne koşanlar, “menfur saldırıyı şiddetle kınamak” için uzatılan hiçbir mikrofonu kaçırmayanlar, “karanlık güçlere karşı devrimci direniş sürecektir” yemini için uygun kamera açısı kollayanlar çok emindiler olayın “faşistlerin baskını” olduğundan.
Evet evet emindiler; proleterya devrimini engellemek isteyen bir avuç milliyetçi(!), işçi sınıfını sindirmek için böyle bir tertibin içine girmiş olmalıydı. Veya amaç “demokratik açılımı destekleyenleri sindirmek” de olabilirdi.
Hem başka ne olabilirdi ki?


Yaralanarak raconu bozdu
...de ne o öyle, kumar borcunu tahsil edemeyen mafya tetikçisinin gözdağı vermesi gibi; “Ayaklarından vurulan devrim şehidi mi olurdu canım?..”
Bu işlerin de bir karizması vardı değil mi?
Mesela otomobilinin direksiyonuna düşmüş veya camına dayanmış kanlar içinde bir şakak fotoğrafı olsaydı...Veya ne bileyim havaya uçmuş bir araçtan, evden, işyerinden geriye kalan parçalar; hani şöyle alevlerin gerisinden bakan bir çift buğulu göz tasarımına imkan veren bir hikaye... Hiç değilse kaldırımın üzerinde yatan, gazete kağıtlarıyla örtülü, ayakkabısının tekinin altı, ezilen işçilere atıfla delik bir ceset görüntüsü...
Eskiden olsa ne kolaydı, teksir kağıdının üzerine iki damla kırmızı boya damlat, altına da “Faşizmi akıttığı kanda boğacağız” yazdın mı, tamamdır!
Bak nasıl hedefe hücum ediyordu binlerce kişi!..
Çelebi can derdindeyken, eminim bunları düşünenler bile vardı o “kıdemli kınayıcılar” arasında.
Kınamayın; soğukkalılığını koruyacak, uzun vadeli düşünecek kişiler de lazımdı böyle zamanlarda. Cenazesi için tutulacak otobüslere asılan afişlerde hangi sloganlar olacaktı, cenaze için kaç bin döviz bastırılacaktı; “Hepimiz Süleyman’ız” ortak sesi tekrar mı olurdu, yoksa Hrant üzerinden azınlık haklarına, demokrasiye filan atıf mahiyetinde artı değer mi katardı matem yürüyüşlerine. Karar vermek zamanıydı şimdi... Derken umuda vurulan ilk darbe:
“Çelebi’nin hayatı tehlikesi bulunmamaktadır...”
Buruk bir sevinç, hüzünle bükülmeye hazırlanmış dudak kaslarında yukarı doğru mecburi kavis...


Hayallerinin yıkıldığı an
Bu derece şartlanmanın, idraki önyargıların hatta kinin güdümüne sokmanın, bazı kişi ve gruplar üzerinde bıraktığı hasar bu kadarla kaldı mı sanıyorsunuz?
Çelebi’nin saldırıdan “yaralı” olarak kurtulmasını bile kabullenebilirlerdi belki ama bir şartla: O “faşist”i linç edebilmeliydiler.
Kemal Türker dahil son otuz yılda öldürülen kaç “yoldaş” varsa hepsinin ve bütün faili meçhullerin katili olarak infazını oracıkta yapıverirlerdi...
... de haniydi faşist?
Koruma polisleri tarafından yakalanan zanlının ilk ifadesi: “Alacak-verecek meselesi yüzünden vurdum...”
Görgü tanıklarının anlatımı:
“Çelebi ile sanık bir süre sohbet ettikten sonra alacak verecek meselesi yüzünden tartışmaya başladı ve sanık silahı ateşledi...”
İstanbul Valisi’nin Çelebi’yi ziyaret etmeden önce, kimlik tespiti yapılan sanıkla ilgili olarak ilk açıklaması:
“Olayla ilgili basın organlarında değişik sebeplerin ifade edildiğini görüyoruz. Ancak kendisinin daha önce tanıdığı, bir kaç defa sendikaya gelip görüştüğü bir şahıs...”
İstanbul Valisi’nin Çelebi’yi ziyaret ettikten sonra hastane çıkışında yaptığı ikinci açıklama:
“Olayda bir siyasi sebep olmadığı görülüyor...”
İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın verdiği net bilgi:
“Olayın siyasi boyutu veya terörle ilgili bir boyutu yok.”
Resmi açıklamalar ortaya koyuyordu ki; ortada ne bir “baskın” vardı, ne bir “faşist”, ne bir “siyasi eylem”...
Ve umuda inen ikinci darbe.
Kalabalıktan yükselen isyan çığlıkları:
N’ayır... N’olamaz... N’asla...


Halüsinasyon baş gösterdi
Bu ülkede birileri eline silah almışsa, hele o silah bir “devrimci”ye doğrulmuşsa tetiği çeken el mutlaka bir milliyetçinin olmalıydı. Resmi makamların verdiği somut bilgiler kesinlikle “spekülasyon”du!
DİSK Yönetim Kurulu ve Başkanlar Kurulu ne diyorsa oydu: “DİSK’in ve onun Sayın Genel Başkanı’nın hiçbir konuda hiç kimseyle alıp veremediği hiçbir şey yoktur ve olamaz.”
DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’ndan daha mı iyi bilecekti devletin (açılımını yürekten destekledikleri) bakanı: “Olayın alacak verecek ile ilgisi yok. Saptırılıyor...”
Uzun müddet inkara başvurdular, inanmak istemediler: Saldırgan bir “faşist” olmadığı gibi üstelik Dev-Yol davasında başkanları ile omuz omuza yargılanmışmış; daha neler, düpedüz iftira!
Sonra yavaş yavaş düştü süngüleri.
Pençelerinin arasından avını kaçıran bir kaplana benziyorlardı artık: hevesi kursağında, boynu bükük. Masada kocaman bir but pay edilmeyi bekliyordu ve sulanmış ağızlarıyla sadece yutkunabiliyorlardı...
O meşhur yarışma programında 500 bin liraya kavuşmak uğruna, 100, 200 bin liraları elinin tersiyle ittikten sonra, finalde 20 bin liradan olmamak için çırpınan yarışmacıyı andırıyordu çaresizlikleri.
Birkaç saat öncesine kadar iştahla ovuşturdukları elleri soğuk soğuk terlemeye başlamıştı.
Etraf da tenhalaşıyordu giderek.

En kötü şey düş kırıklığı
Yüzbinleri toplamayı deneyecekleri protesto mitinglerine, cenaze yürüyüşlerine hazırlanırken, şimdi oy derdine düşen birkaç siyasiden gelecek birkaç yarım ağız “geçmiş olsun”a kalmışlardı. O da belki...
Artık hissettikleri acının gerçek kaynağı tartışılırdı. Çelebi’nin saldırıya uğraması mıydı onları yıkan, yoksa sırf zanlının linç edilme kriterlerine uygunsuzluğu ve tabi nişan almadaki beceriksizliği yüzünden kaybettikleri mi?
Baksanıza “devrimcilikten liberalliğe devşirilen”, Soros sosyalizminin takipçisi akil adamlar görmezden gelmişti bile olanları.
Milliyetçi çıksaydı şu saldırgan, üç hilali, bozkurtu geçtik, Türk bayrağı önünde gururla verilmiş bir kare resim, şeceresinde bir faşist isim, ne bileyim MHP binasının olduğu kaldırımdan yürürken mobeseye takılmış bir görüntü bile yeterdi işlerini görmeye...
Bakın o zaman nasıl atılırdı “Elleri kırılsın” manşetleri.
Bir an olsun değişen sınırlara, çöken sistemlere, hedefe konan rejimlere, tarihe gömülen fikirlere aldırmadan, “neler oluyor böyle”, daha önemlisi “neden oluyor” diye sorgulama gereği duymadan, yıllar önce kendilerine belletilmiş “bütün kötülüklerin anası milliyetçilerdir” noktasında takılı kalmış bir grup tarihi eser, kronikleşmiş kin, nefret, intikam hislerini tatmin için eşi bulunmaz bir fırsat ele geçirdiklerini düşünürken onlara hangi güç “yanıldıkları”nı kabul ettirebilir ki?
Önceki gün özdeşleştirmeye hazır oldukları Kemal Türker suikastini hatırlayın. Azmettirici oldukları gerekçesiyle yargılanan beş milliyetçi defalarca beraat etmelerine rağmen “katil” diye anılmadı mı yıllarca?
İnsanların geçmişleri, kayıpları, ödedikleri bedeller, kapanmamış hesapları gibi hassas noktaları bulunan konularda gerçekler pek kabul görmez.


Rafa kalkan şok planlar
Son olaydan nemalanma şansını son anda elinden kaçıran kişi ve gruplarınki de az buz bir travma değil. Günün şartlarını da göz önüne alarak bir düşünsenize;
Bir kere kafadan 5 Ekim, fahri “1 Mayıs” ilan edilecekti. Boru mu? Bu kez de Trump Towers’dan rezidans kiralayıp, “O kurşunları sıktıranı bulun” pankartı sarkıtacaktı sivil gençler...
Her yıl anma günleri, konferanslarla namları yürüyecek gidecekti...
“Bir gün Süleyman ile....” diye başlayan anı kitapları satış rekorları kıracaktı, imza üzerine imza dağıtacak, baskı üzerine baskı yapacaklardı...
DİSK’in Kürt açılımına destek verdiği günlerde ballı börek olacaktı bu olay, ülkenin bu demokrasi düşmanlarının elinde nereye sürüklendiği gözler önüne serilecekti...
Ergenekon’un “kaos planı”nın tıkır tıkır işlediği iddia edilecek ve ağzını fermuarlamayan son üç beş kişi de Silivri’yi boylayacaktı...
Hatta MHP, olayın azmettiricisi olmakla suçlanacak, insanları kin ve düşmanlığa sevk ettiği gerekçesiyle kapatılması istenecekti...
Bu kadar yeter miydi gazlarını almaya?
Belki bütün Türk Milliyetçileri’nin Urumçi’ye sürülmesi önerilecek, AB bu konunun TBMM gündemine getirilmesi için dayatmalarını sertleştirecek hatta konu bir müzakere başlığını haline gelecekti.
Hayali bile güzeldi, Çin’deki yoldaşları, bir emekçinin, her ne kadar canını sosyal devletin sağlık hizmetlerini veren Şişli Etfal yerine, emperyal Florance Nightingale’e emanet etse de intikamını alır, milliyetçileri artık kısırlaştırırlar mı, topluca idam mı ederler, kimyasal deneylerde kobay olarak mı kullanırlar bilinmez ama hak ettikleri ızstırabı
çektirirlerdi...
Lakin olmadı, olamadı...
Ah o saldırgan yok muydu..
Ne olurdu Şişli’ye gelirken Levent-Taksim metrosunu kullanmış olsaydı....
Ne olurdu MHP İl Başkanlığı önünde bir mobeseye takılmış olsaydı...
Tüh ulan be!..

Türkiye’ye özür borcu var
Devlet Bahçeli, Cumhurbaşkanı’nı eleştirip “Misafir gibi” dedi, elbette duydunuz. “Misafir...”
Yani sizin Cumhurbaşkanı’nız değil mi?..
Öyleyse ben “O benim Cumhurbaşkanım değil” dediğimde niye homurdanıp kızdınız?..
Peki kim seçti bu Cumhurbaşkanı’nı?..
367 şartının kabul edildiği o günlerde eğer MHP yanaşmasaydı, AKP uzlaşmak zorunda kalacak muhtemelen herkesin “O benim Cumhurbaşkanım...” diyebileceği bir tarafsız kişi Cumhurbaşkanı olacaktı.
Ama olmadı... “Misafir Cumhurbaşkanı” seçildi.
Onun tarafsızlık yeminine rağmen AKP’nin Çankaya’da oturan parçası olduğunu bilmeyen var mı?
Ve ulusal bütünlüğümüzü tehdit eden “Kürt açılımı”nın isim babası...
MHP’nin “Gerekirse biz de dağa çıkarız”
dediği sürecin baş planlayıcısı
Şimdi Devlet Bahçeli’nin bir borcu var. Çıkıp Türkiye’den özür dilemeli. O dürüst ve güvenilir politikacıdır.
“Benim Cumhurbaşkanım değil” savımı şimdi “Misafir Cumhurbaşkanı” ya da “Bunu yapanlar Yüce Divan’da yargılanacaklar” diyerek dile getirmesi, Türkiye’nin acı hikayesidir aslında... Bu ülke hiçbir zaman böyle parça parça değildi... Hiçbir zaman böylesine etnik farklılaşmayı, ayrımcılığı, bölünmüşlüğü yaşamamıştı Türkiye...
Boynunda vebal vardır; Bahçeli özür dilemeli. Türkiye’ye borcu var.
* Bekir Coşkun / HaberTurk

MİNİ YORUM
Süleyman Çelebi’ye geçmiş olsun

Kahin olmaya gerek yok. Aşağıdaki satırlara atlayıp, “İşte maskeleri düştü. Bakın nasıl da zevkten dört köşe olmuşlar” diyenler çıkabilir. Bu aklı evveller anlar mı bilmem ama Süleyman Çelebi’ye geçmiş olsun dediğimizi ve en kısa sürede sağlığına kavuşmasını temenni ettiğimizi özellikte belirtmek isterim. Hem belki bu yazı bir işe yarar da, Çelebi de kendisinin düştüğü zor durumu, poz vermek için kullanan arkadaşlarını uyarır.

Yazarın Diğer Yazıları