Süleyman Seba ile Mesut Arda arasındaki büyük sırrı Gürel Yurttaş açıkladı

Gürel Yurttaş / YENİÇAĞ

Mesut Arda da gitti bu dünyadan. Vefat haberini öğrendiğimde gençliğim geldi aklıma, gençliğimde yaşadığım içinde Mesut Arda'nın da olduğu anılar.
Süleyman abinin (Seba) çocukluktan dostu, sırdaşı, Milli İstihbarat Teşkilatı'nda mesai arkadaşıydı Mesut abi. Hatta Süleyman abinin MİT elemanı olmasında başrolü oynayan kişiydi. Süleyman abinin başkanlığında yönetimlerde de yer almıştı.
Ben çok gençtim. Onlar ise Akaretler'in iki çınarı.
İsveç'te yaşıyordu o yıllarda. Ara ara İstanbul'a geldiğinde dostlar sofrasında yerini alıyordu tabi ki. Tatlı atışmaları atışmaları, eski günlerden konuşmaları en güzel mezesiydi o sofraların.
1990 yılıydı sanırım. Güneş Gazetesi'nde çalışıyordum. İsveç'teki Malmö Beşiktaş maçı için rahmetli büyüğüm, ustam, unutamadığım insan İlker Ateş, Türk spor basınının en büyük foto muhabiri Yaşar Saygı bir de ben yola koyulduk. Önce Kopenhag'a gidecek, oradan da feribotla İsveç'e geçecektik. Kopenhag'da yaşayan gazeteci dostumuz İrfan Kurtulmuş'la buluşup, bir gece orada kaldık. Ertesi gün de feribotla Malmö'ye geçtik.
Feribottan inip pasaport kontrolüne geçti. İlker abi kontrolden geçti. Yaşar abiyle bizi geçirmediler! Pasaportlarımızdaki vizede bir sorun gördüler sanırım; bizi bir odaya aldılar. Beklemeye başladık. Bekle bekle bekle... Bir şey de söylemiyorlardı, saatlerce bekledik o odada. Sonunda polis geldi, bizi çıkardı. Baktık ki bizi bekliyordu Mesut Arda.
İlker abi biz kalınca odada Mesut abiyi aramıştı. O da gelmişti hemen ve sorunu çözmüştü kendi yöntemiyle! Asla MİT'de çalıştığını söylemezdi Mesut abi; tıpkı Süleyman abi gibi.
Malmö'de kaldığımız bir kaç gün güzel anılar biriktirmiştik Mesut abiyle. Aradan geçmiş tam 33 sene!
Bazı şeyler unutulmuyor işte.

*

Aradan yıllar geçti. Süleyman abinin hayatını kaybetmesinin ardından zaman zaman gördüm Mesut abiyi. Ama asla neşesi olmadı eskisi gibi.
Faik abiyle (Gürses) "Süleyman Seba eski dostlar anılar" kitabını yazarken Akaretler'deki ara sokakta bulunan bir apartmanın birinci katındaki dairesinde ziyaret etmiştik kendisini.
Kitabı yazmamıza çok sevindiğini söyledi. "Süleyman'ı sonraki kuşaklar da tanımalı" dedi ve ekledi:
- Çocuklar. O zaman ben de hiç kimsenin bilmediği sırlarımızı açıklayacağım size. Süleyman gitti. Ben de gideceğim nasıl olsa. Yanımda mı götüreyim bunları?
Sonra döndü bana,
- Yaz bakalım Gürel, dedi.
Anlattı anlattı.
Bazen gözleri daldı, bazen buğulandı.
Sanki yeniden yaşıyordu o günleri.
Çok duygulandı.
Ben de buradan aktarayım şimdi size anlattıklarını. Süleyman Seba ve Mesut Arda'ya saygıyla.

YIL 1938. MERHABA SÜLEYMAN VE AYAKKABILARI

Rahmetli babamın kayıtlarına göre 28 Eylül 1926'da alaturka saatle 4'te doğmuşum ben. Doğduğum tarihten 12 yıl sonra tanıştım Süleyman'la... Kimse de tanıştırmadı bizi, kendi kendimize tanıştık ve arkadaş olduk.
İlk "Merhaba Süleyman" deyişimin üstünden kaç yıl geçmiş! Ama bana dün gibi geliyor. Birlikte yaşadığımız günler, yıllar aklımdan hiç gitmiyor.
Hele de onu kaybettikten sonra... Anılar sürekli zihnimde canlanıyor.
Çocukluğumuz birlikte geçti, o zamanki adı Yeniyol Sokak'tı. Şimdi ismi herhalde 3.kez değişti. Karşı tarafta bomboş bir arsa vardı, yol da topraktı. Şimdi Süleyman'ın heykelinin olduğu parkta (Akaretler'deki Şairler Parkı) mahallenin çocukları toplanırdık. Süleyman, ben, Mesut (Pandır), Celal (Şahin)... Ve diğerleri... Orada havuz da vardı, oynardık. Parkın bahçıvanı Mehmet Efendi'nin oğlu Gugu Memet de arkadaşımızdı. "Aman babana söyleme" der, parkın altını üstüne getirirdik! Hırsız polis oyunu vardı, daha çok da onu oynardık.
Çocukluğumda okullar tatil olduğunda yazları Sivas'a yollarlardı beni, dedemin çiftliğine... Gittiğimde 3 ay kalırdım orada ve biz mektuplaşırdık Süleyman'la... Ben ona Sivas'ı, çiftliği anlatırdım, o da bana mahalleyi...
Yine bir yaz tatilinde Sivas'a gidecektim, sanıyorum yıl 1946'ydı. Tren biletlerini aldık, hiç unutmam 17 liraydı bilet. 3. kompartıman.
İstanbul'dan ayrılmadan önce Nazlı teyzemlere (Seba'nın annesi) gittim; Süleyman'la vedalaşacağım ya... Evin kapısında sarıldık birbirimize, mektuplaşacağımız sözünü de verdik. O sırada gözü benim ayakkabılara takıldı.
O yıllar dünyada savaş var. Biz girmemişiz savaşa ama yokluk bizi de etkilemiş elbette ki. Ayakkabılar eski! Çarık belki de...
- Mesut, dedi; bu ayakkabılar ne? Onlarla mı gideceksin Sivas'a?
- N'olmuş ki Süleyman, dedim; Sivas'a köye gidiyorum alt tarafı.
- Olur mu canım öyle şey? İstanbul'dan gidiyorsun Sivas'a. Dur bekle beni orada.
Gitti içeriden, kendisine bayramlık ayakkabı almışlar, aldı getirdi;
- Çıkart o ayağındakileri. dedi; al bunları giy.
- Yapma Süleyman, onlar senin. Sen ne yapacaksın?
- Ben buradayım yahu zaten. İdare ederim.
İçeriden Nazlı teyzenin sesini de duydum o sırada;
- Al Mesut oğlum giy bakayım ayağına. Biz bakarız yine Süleyman'a bir şeyler.
Giydim. O ayakkabılarla gittim Sivas'a... Beni eski ayakkabılarla göndermeye gönlü razı olmadı.
Biz öyle arkadaştık işte.
Ekmeğimizi, suyumuzu, giysimizi paylaşırdık.

İLK AŞKI! TEK EVLENME TEKLİFİNİ ONA YAPTI

Süleyman neden evlenmedi bilir misiniz? Neden bekarlığı seçti?
Bu soruların cevaplarını hiç vermedi ama bana göre ilk aşkını hiç unutmadı da ondan.
18 veya 19 muydu yaşımız? İkisinden biri işte.
Nihal'di kızın adı, bizimki tutulmuş Nihal'e... Nihal de Nihal ha... Güzel mi güzel. E Süleyman da genç ve yakışıklı, sporcu bir delikanlı.
Onlar da bizim burada oturuyorlardı, Akaretler'de. Babası da bahriyeliydi, albaydı. Kız o yıllarda Üsküdar Amerikan Lisesi'ne gidiyordu.
Nihal okula giderken evden biraz uzaklaşınca Süleyman eşlik ediyordu ona bir süre... Dönüşünde de... Gizli gizli buluşuyorlardı mahalleden uzakta. Bir gün Üsküdar'da, bir gün Çamlıca'da, bir gün Kadıköy'de...
Süleyman her buluşmalarını heyecan içinde anlatırdı bana... Bir gün dedim ki;
- Yahu Süleyman... Bu kadar iyi kız. Bak okuyor da. Tahsil yapıyor. İngilizce biliyor. Evlensene...
- Öyle mi diyorsun?
- Öyle diyorum. Şimdi söz kesilir falan olur. Siz de daha rahat buluşursunuz.
Bu aklına yattı. Ama benim beklediğim gibi işler yolunda gitmedi.
Bir süre sonra bir yerde otururken Süleyman'la çok üzgün olduğunu gördüm. Ne olduğunu sordum;
- Sorma Mesut, dedi; Nihal evlilik teklifimi kabul etmedi.
- N'olmuş ki Süleyman? Senin gibisini nereden bulacakmış? Neden kabul etmiyor?
- Daha tahsil yapacakmış, erkenmiş. Hem ailesi de izin vermezmiş.
- E o zaman bekle biraz Süleyman, liseyi bitirsin bir daha yaparsın.
- Bilmem ki!
Bir daha yapamadı maalesef...
Çünkü gittiler.
Nedendir bilinmez apar topar taşındılar bizim mahalleden. Yer yarıldı da içine girdiler!
O zamanki aklımızla ve gücümüzle mahallenin tüm gençleri olarak aradık, taradık, sorduk, soruşturduk... Ne Nihal'in izine rastlayabildik, ne de ailesinin.
Bu olay Süleyman'ı çok etkiledi.
Uzun zaman özlem çekti, acı çekti.
Sonraki yıllarda işin içine Beşiktaş başkanlığı falan da girince... Bir daha evlilik olayını aklına bile getirmedi.


30 YIL SONRA NİHAL'LE SÜRPRİZ BULUŞMA

Nihal'in ortadan kaybolmasından sanıyorum 30 yıl sonrasıydı.
Süleyman, Ali İhsan'la (Karayiğit) tatile gitmişti; Bodrum'a...
Gittikleri gün Süleyman yorgun olduğunu söyleyip, odasına çekilmiş.
Ali İhsan ise "Ben de biraz hava alayım" diye çıkmış dışarıya... Biraz dolaşmış sonra deniz kenarındaki bir babanın üzerine oturmuş. Etrafı seyrediyor. O sırada bir bakmış ki; yoldan bir kadın geçiyor ve kadın aynı Nihal'e benziyor! Biraz yaşlısına tabii...
Kalkıyor ayağa bizim Ali İhsan, "Bu o mu, değil mi?" diye düşünürken, birden sesleniyor:
- Nihal hanım! Nihal hanım!
Kadın dönüp de;
- Aaaa! Ali İhsan. Sen misin! demez mi?
Ali İhsan piyangodan büyük ikramiye çıkmışcasına seviniyor. Nihal de öyle... Sarılıyorlar, falan... Nihal;
- Süleyman ne yapıyor? diyor hemen.
- Ne yapsın? diye karşılık veriyor Ali İhsan; o da burada. Birlikte tatile geldik.
- Ya! Öyle mi? Çok sevindim. Ben burada yaşıyorum. Evim biraz ileride. Yalnızım. Akşama al Süleyman'ı getir. Mutlaka sizi yemeğe bekliyorum.
Evin adresini de alan Ali İhsan otele koşuyor hemen odaya dalıyor;
- Kalk Süleyman kalk! Seni öyle bir yere götüreceğim ki...
- Ulan Arap! Dur be kardeşim... Bir yere gitmem ben.
- Gidersin gidersin. Seni kime götüreceğim biliyor musun?
- !!!!
- Nihal'e ulan, Nihal'e... Nihal'i gördüm. Burada oturuyormuş. Bizi yemeğe davet etti.
- Dalga mı geçiyorsun sen?
- Sen hiç benim dalga geçtiğimi gördün mü?
Neyse... İnandırıyor Süleyman'ı... Bunlar giyiniyorlar, çiçek yaptırıyorlar, doğruca akşam Nihal'ın evine...
Nihal'le Süleyman sarmaş dolaş oluyorlar tabii haliyle... Artık duyguları nasıl olduysa...
Sohbette anlatıyor Nihal ortadan kaybolduktan sonra yaşadıklarını... Babası apar topar taşınma kararı almış bizim mahalleden. Sonra da Nihal'i bir hariciyeciyle evlendirmiş. Bu hariciyeci sonradan Birleşmiş Milletler'de görevlendirilmiş ve Amerika'ya gitmişler. 30 yıl kalmış Amerika'da. Bir oğlu, bir de kızı olmuş. Çocuklar büyümüş. Kocası da ölünce, Nihal Bodrum'a taşınma kararı almış. Türkiye'ye döndükten sonra da Süleyman'ın karşısına çıkamamış bir türlü.
Ama tesadüf işte. Kader bu! Ummadığın bir yerde hiç ummadığın kişi karşına çıkıverir böyle.

SÜLEYMAN BENİ İLK NEREDE ÖPTÜN BİLİYOR MUSUN?

Nihal bizden 3 veya 4 yaş küçüktü.
Lise yıllarında mahallemizin en güzel kızıydı.
Süleyman'la olan aşkını hepimiz bilirdik.
Ama olmadı evlilik, kısmet değilmiş.
Neyse... Bodrum'daki karşılaşmalarından sonra Nihal İstanbul'a geldi. Süleyman beni de aradı;
- Mesut, dedi; Nihal geldi. Parka Hilton'da buluşacağız. Yemek yiyeceğiz. Sen de gel!
İtiraz ettimse de inat etti. "Peki" dedim, gittim.
Oturduk, sohbet ettik. Bir kaç duble de içtik.
Ben o sırada hala içlerinde bir sevgi olduğunu hissettim.
Yemek yerken Nihal dedi ki;
- Süleyman... Beni ilk nerede öptün biliyor musun?
Süleyman bir saniye bile düşünmeden cevap verdi;
- Biliyorum tabi. Çamlıca'da...
Bunlar gençlik aşkı yaşarken Çamlıca'ya gidip, bisiklet gezisi yapıyorlar. Bisikleti Süleyman kullanıyor, Nihal da önünde oturuyor. Öyle öpüşmüşler ilk. Aradan 30-40 yıl geçtikten sonra bunu unutmamak sevda değil de nedir?
Sonra yemekte Nihal bu kez bana döndü;
- Yahu Mesut. Sen doğruyu söylersin. Ben bu adamla evlenmediğime isabet mi ettim, yoksa hata mı yaptım?
Aradan geçmiş onca yıl. Ne diyeceksin ki bundan sonra...
- Bu evlenilecek adam mı? Hayatını kurtarmışsın, dedim.
Süleyman çak yaptı bana;
- Ulan Mesut, dedi; arada sırada da olsa doğruyu söylüyorsun!
Bir teselliydi bu yıllar sonra kendilerinin de inanmak istediği... Ama gözleri öyle söylemiyordu ki.
Süleyman'ın evlilik teklifi yaptığı tek kadındı Nihal. Bir daha aklına bile getirmedi evliliği... Ama papaz da değildi tabii, zaman zaman kız arkadaşları da oldu.


ET BALIK'TAKİ MEMURİYETTEN MİT'E

Tahsil hayatımızdan sonra memuriyet dönemimiz başladı.
Süleyman'ın Kabataş Lisesi'nden sınıf arkadaşı vardı, adı Orhan. İşte o Orhan Et Balık Kurumu'nda İstanbul Şube Müdürü'ydü. Süleyman'ı da yanına almış. Orada bir buçuk yıl çalıştı.
Ben ise İl Emniyet'teydim. Yani MİT'te. (Milli İstihbarat Teşkilatı).
İstanbul MİT'te biz o zamanlar 40 kişiydik. Daire başkanları, odacılar da dahil.
Bir gün bizim personel işlerine bakan arkadaş yanıma geldi;
- Mesut bey, dedi; Ankara'dan bir yazı geldi. Kadro verdiler bize. 3 veya 4 personel daha alabiliriz.
- Ya öyle mi? dedim; benim bir arkadaşım var adı Süleyman. Süleyman Seba. Eski futbolcu. Onu alabilir miyiz?
- Nerede oturuyor?
- Akaretler'de...
- Haa! O mu? Ben de tanıyorum kendisini... Akaretler'de oturduğum için karşılaşıyoruz zaman zaman. Çok efendi bir çocuk. Olabilir, bir konuş bakalım.
Hemen o akşam Süleyman'la buluştum. Bundan haberi yoktu daha...Biliyordum ki Et Balık ona sıkıcı geliyordu. Bunu bildiğim için de ona sormadan böyle bir işe girişmiştim. Durumu anlattım.
- İl Emniyet de neymiş? dedi; ne yapacakmışım ben orada?
- Yahu gizli polislik bu Süleyman!
- Ben anlamam bu işlerden! Bulaştırma beni!
- Bulaştırma mı? Sen ne inatçı adamsın bir dinle! Şu anda aldığın paranın 3 katını alacaksın.
- Eee!!
- Ayrıca masan olacak, elbiseler alınacak, olanaklar sınırsız.
- Bir düşünelim bakalım!
- Bırak sen düşünmeyi falan. Sen hemen bir kağıda dilekçe yaz. İl Emniyet'te çalışmak istediğini yaz. Adının altına imzanı at. Tavsiye edene de benim adımı koy. Ben gelip senden alacağım.
Sonra da yanından ayrıldım.
Aradan 2 gün geçtikten sonra yine yanına gittim.
- Ne oldu Süleyman? dedim; hazırladın mı yazıyı?
- Ne yazısı? Ne yazacaktım ki?
Kızdım!
- Ne adamsın kardeşim? diye söylene söylene aldım kağıdı, daktiloya taktım ve ben yazdım. Tavsiye eden kısmına da kendi adımı yazıp, imzaladım.Ona da imzalattım ve yazıyı alıp geldim bizim daireye... Yazıyı verdikten bir hafta sonra bizim müdür Süleyman'ın fotoğraflarını istedi. 6 adet vesikalık, 6 adet de boy fotoğrafı. Bunları Süleyman'dan almam da bir kaç gün sürdü. Benim işim bitti. Artık sıra hakkında yapılacak tahkikata gelmişti.
Aradan 3 veya 4 ay geçti. Bir iş için Ankara'ya gitmiş, bir kaç gün kalmıştım. Döndüğümde bana bir telefon geldi daireden. Sebahattin Eraslan arıyor. Bizim eski yöneticilerimizden Saim Eraslan'ın da abisi olur kendisi. Daireye çağırdı beni. Gittim. Şevki Mutlugil de var. Kendisi de Tümgeneral olur. O zaman dairede askerler de görevliydi. Resmi veya sivil. O dedi ki görevliye;
- Dün işe başlayan arkadaşı çağırın bakalım, dedi.
Az sonra kapı bir açıldı içeri giren bizim Süleyman!
Meğer 2 gün evvel işe başlamış. Ben Ankara'daydım, olsaydım bizim bölüme alacaktım. Ama Sabahatttin onu yanına almış, Beşiktaşlı ya ondan. Emekli olana kadar da kaldı o bölümde...


BAŞKAN OLACAKSAN OL, YA DA BIRAK YAKAMIZI!


Gazi Akınal yönetiminde Süleyman da dışarıdan genel kaptan olmuştu.
Sonra tekrar seçimler olacaktı. Süleyman geldi bana dedi ki;
- Mesut. Beni bu kez maaşlı olarak genel kaptan yapmak istiyorlarmış.
- Süleyman, dedim; aptallık etme, iyi düşün. Burada önemli olan maaşlı falan olmak değil. Önemli olan idare heyetine girmek. Yönetici olmak. Sen yönetici olursan emir veren olursun. Öbür türlü emir alan memur konumuna inersin. Ulan sen bakan mı olmak istersin, müsteşar mı?
- Yani?
- Memur olursan bakanlar kurulu toplanır seni havaya baktın, suya baktın, bıyığın var diye bir dakikada görevden alır. Bakan olursan öyle mi? Yönetime de girersen seçimle geldiğin için kimse dokunamaz sana.
Bunun üzerine ikinci kez genel kaptan olmayı kabul etmedi.
Peki ne oldu? Sonra başkan oldu.
Ama nasıl oldu?
Biz habire Süleyman'ın isteği ile toplanıp duruyoruz. Konu hep Beşiktaş. Ama ağzında başkanlık lafı yok. Bir gün profesör Rüknettin Tözüm koluma girdi;
- Yahu Mesut, dedi; bu Süleyman başkan olmak istiyor ama galiba cesareti yok. Söyleyemiyor. Bunu yapmak lazım.
- Ben de öyle düşünüyorum hocam. Ağzını arıyorum ama lafı dolaştırıp duruyor.
- Galiba onun hitap etme kabiliyeti yok. Sen ona söyle. Sıkıntı yapmasın. Gerekirse biz de yazar veririz kendisine konuşmalarını...
Biz anlaştık. Artık Süleyman'a "Sen başkan adayımızsın" diyeceğiz, uygun ortam bekliyoruz.
Bir gün Süleyman;
- Kalkın bakalım. Gazi Akınal bizi Yeşilköy'e davet etti, tenis kulübüne. Oraya gidiyoruz, dedi.
- Kim kim?
- Sen, ben, Ali İhsan (Karayiğit), Şevket (Belgin).
Ne yapacağız orada? İçeceğiz tabi ki... Hiç unutmam, babası ve kızkardeşi bizim kulübe üye bir genç arkadaşımız vardı, Mehmet Dalgıç. Onu çağırttım;
- Mehmet, dedim; sen benim arabayı kullan ve bizimle Yeşilköy'e gel. Biz içeceğiz de, sen içmezsin. Birlikte döneriz.
Çocuk, "Tamam abi" dedi, Süleyman arabanın önünde, biz arkada doğru Yeşilköy'e...
İçeri girdik ki masa hazırlanmış bizi bekliyorlar. Biz 5 kişiyiz. Karşı tarafta Gazi Akınal var. Yanında havayolları eski müdürü Ertuğrul bey. Nihat bey diye biri, bir de isimlerini hatırlayamıyorum 2 kişi daha.
Gazi bey masanın başında oturuyor. Yanında Süleyman. Onun da yanında ben. Benim yanımda Ali İhsan, yanında Şevket ve Mehmet.
Başladık içmeye. Sohbet de ediyoruz.
Bir süre sonra Ertuğrul bey konuya girdi;
- Beyler, dedi; hepinize teşekkür ederim. Geçen seçimde desteklerinizle Gazi bey başkan oldu. Şimdi yine seçim geliyor. Yine Gazi beyi destekleyin. Sizden de 3-4 ismi yönetime alalım. Ne dersiniz?
Ben aklıma nereden geldiyse birden atıldım;
- İyi açtınız konuyu, dedim; ama bizim bir alt tabakamız var. Onların arzusu artık Süleyman'ı başkan olarak görmek istiyorlar.
Süleyman şoke olmuştu! Alttan bacağıma bir tekme yedim. Ama ben yine de devam ettim:
- Biz Süleyman'ı aday yapacağız. Bu kez de siz bize destek olun!
Gazi bey de beklemiyordu bunu. Ama büyük bir olgunluk gösterdi ve;
- Süleyman beyin böyle bir niyeti olduğunu bilmiyordum. Ama öğrendiğim iyi oldu. Madem böyle bir isteği var o zaman biz sizi destekleriz, dedi.
Sonra yine başladık yemeğe, içmeye, sohbete...
Yemekten sonra çıktık, arabaya indik. Mehmet direksiyonda, Süleyman da önde yanında. Süleyman'ın huyuydu bu. İlle de arabada önde oturacak!
Araba hareket eder etmez arkaya döndü ve bana;
- Ulan Mesut, dedi; ne boktan herifsin! Nereden çıkarıyorsun başkanlık maşkanlık işlerini?
İki duble attım ya... Bende de şafak attı!
- Bana bak, dedim; yetti be! Başkan olacaksan ol. Ya da bırak artık yakamızı. Habire oraya gel, buraya git!
Ali İhsan araya girdi;
- Mesut doğru söylüyor Süleyman! Ya başkan ol, ya da bırakalım bu işleri. Ne bu ya! Git, gel, toplan, moplan. Yeter canım!
Hakikatten yani. O kadar toplanıyoruz ki... Orda, burda, şurda. En çok da Motorest'te. Bir gün rahmetli karım bana demişti ki;
- Mesut, al şu yatağı götür Motorest'e kur. Orada yatın bari!
Şevket abi de "Ne kızıyorsun Süleyman? Doğru söylüyorlar" deyince bu yelkenleri suya indirdi!
Sonra kongreye girdi ve başkan oldu.
1984 kongresinde ben İsveç'teydim; Stockholm'de.
Seçimin olduğu günün akşamı Milliyet gazetesine telefon açtım, rahmetli İlker Ateş'e... Sonucu ondan öğrendim. Bana yeni yönetim olarak Kalyon Oteli'nde olduklarını söyledi. Sonra Kalyon'u aradım, Süleyman'ı buldum ve kutladım.
Aradan 2 ay geçtikten sonra da İstanbul'a geldim. Kulübe gittim. Kulüp müdürleri Tuncer (Ökten), Cemil (Ulusel), Selçuk (Uysal) vardı. Süleyman'ın toplantıda olduğunu söylediler. Yarım saat bekledim. Daha sonra Süleyman çıktı, beni görünce toplantı odasına götürdü:
- Arkadaşlar, dedi yöneticilere; bugün bu odada bu toplantı olduysa sorumlusu işte budur. Tanıştırayım sizi. Bu adam Mesut! Benim çocukluk arkadaşım, kardeşim. Mesut Arda...


BENİ HABER VERMEDEN YÖNETİME ALDI

Süleyman iki yıl sonra bir daha koydu başkanlığa adaylığını... Yönetim kurulunu belirlemiş, birlikte yemek yiyorlarmış. Bana da haber yolladılar, Etiler'de Mangal Restorant'a çağırdılar. Gittim. Baktım ki herkes orada.
Masaya oturdum. Yine yiyoruz, içiyoruz!
Biraz sonra Zekeriya (Alp) döndü bana;
- Hayırlı olsun abi, dedi.
- Hayırlı olsun Zekeriya, dedim ben de; sizler için çok sevindim!
- Sadece bizim için değil abi. Senin için de hayırlı olsun.
- Nasıl yani?
- E listede sen de varsın abi...
- Yok canım!
- Vallahi.
- O ben değilimdir. O öbür Mesut'tur (Pandır).
- Yok abi sensin.
Sahiden de beni de yazmış listeye. Haberim yoktu, orada öğrendim. İş işten geçmişti artık itiraz da etmedim. ve 1986 kongresinde ben de yönetime girdim.
Ama biz didişip duruyorduk yönetimde; kedi köpek gibi!
Ama hiçbiri şahsi değildi. Hepsi ya kulüp içindi, ya da diğer kişiler için.
Biz dişiyorduk ama sonra kolkola çıkıyorduk kulüpten, akşam da doğru içmeye...
İki yıl kaldım yönetimde, bir dönem yani... Sonra yine istedi beni almak ama ben kabul etmedim. Benden daha yararlı olabilecek, maddi açıdan kuvvetli insanları almasını istedim. Neticede ben yönetim listesinde olmasam da hep yanındaydım, onun için de kulüp için de elimden geleni yapardım, yaptım da.

SİGARA CİMRİSİ!


Süleyman oldum olası para harcamayı sevmezdi. Artık cimri mi dersiniz, tutumlu mu, bilemem. Hele de sigarasını kimseyle paylaşmazdı.
Bir gün İsveç'ten dönerken ona 3 karton sigara getirdim. O zaman yabancı sigara yok ya buralarda. Onun da sevdiği bir marka vardı, ondan almıştım. O günün akşamı da yemeğe - içmeye çıktık, diğer arkadaşlarla birlikte.
İlerleyen saatlerde gömlek cebinde duran sigaradan bir arkadaşımız rica etti;
- Süleyman, sigarandan bir tane verir misin?
- Vermem!
- Neden?
- Kendi sigarasınızı kendiniz alın kardeşim; bu bana anca yeter!
Bir paket sigarayı içecekti sanki iki satte!
Biraz sonra benim de canım istedi;
- Süleyman ver bi cigara, dedim keyifli keyifli!
- Olmaz kardeşim, veremem, demez mi?
- Yahu Süleyman etme eyleme. Sana daha sabah 3 karton yani 30 paket sigara verdim. N'olur yani bi tane versen?
- Hadi işinize bakın. Şerefe!!!
Çatlayacaktım neredeyse. O "Vermem" dedikçe canım ille de o cigaradan istiyor. Ama inat mı inat, yok diyor.
Yarım saat sonra ikna oldu bir tane vermeye. Verirken de dedi ki;
- Bu son olsun! Bundan sonra cigaranızı alın da gelin!

İBRAHİMOVİÇ'İ NASIL KAÇIRDIK

Ben İsveç'te yıllarca yaşadım, işim gereği...
Onun için çevrem de olmuştu. Sadece Türkler değil, Boşnak da çoktu.
Münir diye bir Boşnak vardı Malmö'de. Malmö Stadı'nda çalışıyordu. Benim de Beşiktaş'la ilişkimi biliyor ya, bir gün yanıma geldi;
- Mesut abi, dedi; burada Boşnak bir çocuk var. Futbol oynuyor!
Sandım ki eş dost çocuklarının çok iyi olduğunu sanıp, takıma sokmak ister ya, onun gibi bir şey...
- Eee Münir, n'olmuş?
- Abi çok iyi. Teyzemin oğlu ama ondan demiyorum. Hakikaten çok iyi. İbrahimoviç adı, Zlatan İbrahimoviç. Malmö'de yedek daha ama yaşı çok genç de ondan. Ama sık sık oyuna girmeye başladı. İsveç Genç Milli Takımı'nın da 4-5 defa formasını giydi. Çok iyi.
Ben küçük çaplı bir araştırmadan sonra çocuğun çok iyi olduğunu öğrendim. Münir'e,
- Kaç paraya alırız bu çocuğu Münir? dedim.
- Abi ben bu işi 200 bin dolara bitiririm, karşılığını verdi.
Geldim bunu Süleyman'a söyledim. O sırada transfer sezonu bitmiş miydi neydi? Süleyman;
- Siktiret şimdi bunu, dedi; sonra bakarız.
Sonra baktık sahiden de... Çocuk bir yıl sonra 8 milyon euroya Ajax'a, oradan da 16 milyona Juventus'a gitti. Hele 25 milyona gittiği İnter'den 70 milyona Barcelona'ya gidişi... Bize uzaktan bakmak kaldı işte.
Bir de Tomas Ravelli vardı, İsveç Milli Takımı'nın ünlü kalecisi.
Onu da getirmek istedim çok. Hatta kulübün ikinci başkanıyla anlaştım. Kendisi İsveç'in en büyük mobilya firmalarından birinin sahibiydi. Kaleci de gelmek istedi ama... İmkanlar yetersiz kaldı. Çünkü Şeref Stadı'nın toprak zemininde antrenman yapmayı istemedi adam. Gelmedi.


SÜLEYMAN'IN SESİ HEP KULAĞIMDA

Biz şanslıydık...
Şanslıydık çünkü ne günler yaşadık.
Şanslıydık çünkü çocukluğumuzdan beri hep arkadaş olarak kaldık.
Kavga ettik, tartıştık, didiştik. Ama hiç küsmedik.
Onun varlığı bana güç verdi. Benim varlığım da ona güç vermiştir mutlaka...
Ama şimdi o aramızda değil.
Benim 80 yıllık arkadaşım, dostum, kardeşim, can yoldaşım yok şimdi.
Ben ise buradayım daha. Beşiktaş'ta, Akaretler'de beni bıraktığı yerde...
Bazen pencereden sesini duyar gibi oluyorum. Bakıyorum dışarı heyecan içinde, kimse yok!
Oturuyorum yine yerime, dalıyorum eski günlere...
Özlüyorum Süleyman'ı, hem de öyle çok ki....
Uzatmaları oynuyorum ben de; her geçen gün bir gün daha yaklaşıyorum o buluşacağımız güne...

*

Mesut abinin beklediği gün sonunda geldi işte.
Eminim ki Süleyman abi de bekliyordu bugünü hasretle.
Şimdi buluşmuşlardır bulutların üzerinde bir yerlerde.
Giderek çoğalıyorlar orada o güzel adamlar.
Kurmuşlardır dostlar sofrasını söylüyorlardır yine o şarkıyı:
"Unutulmuş birer birer eski dostlar eski dostlar!"
Şarkı öyle söylüyor da.
Sizleri asla unutmayacak çok insan var daha bu dünyada.
Ölürken ölümsüzlüğe göç eder bazı insanlar. Tarihten silinmezler asla.

Yazarın Diğer Yazıları