Siyaset ve söz
Siyaset iklimimiz Cumhurbaşkanlığı seçim çalışmaları sırasında yine şimşeklerin çaktığı gökyüzüne döndü. Ne yazık ki en sert rüzgârı Başbakan üflüyor. Diğer Cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nu “monşer” diyerek küçümsemeye, dışlamaya çalışıyor. Başbakan ve çevresi daha önce de Dışişleri Bakanlığı’nın tecrübeli kadrosunu “Bunlar Monşer” diyerek eleştirdi. “Monşer” kelimesinin sözlükte iki anlamı var; ilki “Azizim, dostum” anlamında kullanılan bir hitap terimi, ikincisi ise davranışlarında Batı özentisi içinde bulunan kişi. Başbakan ve çevresi tarafından monşer olarak nitelenen kadrolar fiili olarak görevleri başındayken, Türkiye’nin dışişleri mensuplarından hiç birisi terör örgütleri tarafından kaçırılmadı, Türkiye terörü destekleyen ülke olarak anılmadı. Türkiye’nin yöneticileri gittikleri ülkede istikrarı bozabilecek tehdit olarak algılanmadı. Bu listeyi sayfayı dolduracak şekilde uzatmak mümkün. Tayyip Erdoğan’a göre herhalde önde gelen monşerlerden olan İsmail Cem 1998 yılında imzalanan “Adana Mutabakatı” ile Suriye’nin PKK’ya olan desteğini kesmesi yolundaki önemli adımı atarken ne kendi bakanlığının yetişmiş kadrolarını, ne de diğer ilgili kurumları küçümsemedi, devre dışı bırakmadı. O mutabakatın devamı olan süreçte, AKP iktidarına kadar PKK neredeyse bitme noktasına geldi, üstelik Suriye, Irak ve İran ile de ilişkilerimiz olumsuz etkilenmeden, hatta gerektiğinde iş birliği yapılarak... Devleti bilenler, derinliği olmayan bazı kafaların monşer diyerek aşağılamasına rağmen, Dışişleri Bakanlığındaki yetişmiş kadroların ne kadar mükemmel denilmeye layık insanlar olduğunu çok iyi bilir. Ne yazık ki AKP iktidarı döneminde onları dinlemek, anlamak, bilgi ve tecrübe birikimlerinden faydalanmak yerine, bazıları monşerler diyerek kendi yetersizliklerini örtme gayreti içerisine girmişlerdir. “Stratejik Derinlik” kitabı ile övülen Ahmet Davutoğlu Türkiye’yi içinden çıkılması zor bir stratejik bataklığa sokmuştur. Şimdi çırpınıp duruyoruz. Eğer dış politikamız yönlendirilirken dışarıdan gazel okuyanlar yerine, Bakanlığın tecrübeli monşerleri dinlenmiş olsaydı bugün bulunduğumuz nokta şüphesiz farklı olurdu. AKP Türkiye’yi anlaşılan o ki tamamen bir Orta Doğu ülkesi ve Arap kültürünün bir parçası olarak görüyor. Oysa Türkiye’nin stratejik önemi Avrupa ile Orta Doğu arasında köprü olmasından kaynaklanıyor. AKP tarih şuurundan mahrumiyetini burada da gösteriyor. 12 yılın sonunda açıkça görüldüğü gibi AKP’nin dış politikası tam manasıyla iflas etmiştir. Bu sonuçta devletin yetişmiş, demlenmiş kadrolarını değerlendirmeyen, Cumhuriyetin siyaset çizgisinden sapan iktidarın zihniyeti tamamen suçludur. İç ve dış politikadaki gelişmeleri değerlendiren AKP sözcülerinin beyanlarını içimiz yanarak üzüntü ile takip ediyoruz. Osmanlı’nın devamı olmakla övünen zihniyet; büyük eserimiz olan Balkan medeniyetini, Balkan kültürünü yok sayıyor. Trakya’ya üvey evlat, bu kültürün hâkim olduğu İzmir’e de “Gavur İzmir” muamelesi yapıyor. Türk dünyasına, dünya Türklüğüne gözlerini kapamış, Irak ve Suriye Türklüğünün feryatlarına kulaklarını tıkamıştır. Bu zihniyetin temsilcisi, bütün Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olabilir mi?
Kamil insanlar büyük sevinç ve büyük üzüntü demlerinde mezarlığa gider, bir köşede oturur ve düşünürler. Eğer bir ihtirası ölümde terbiye edemiyor ise o ihtiras sahibine Yaradan acısın! Cumhurbaşkanı seçilirsem tarafsız olmam diyen Erdoğan ne yazık ki ihtirasının esiridir. Gerçek siyaset adamı kelimelerin sihirli gücünü bilendir. Konuşmalarında bu güçle kitleleri coşturur! Milli hedeflerde toplar. Siyaset adamı liderlik yolunda kendi kendisinin mutlak hâkimi olmalıdır. Kendisine hükmetmeyen kimseye hükmedemez. Türk dünyasına çok büyük kayıplara sebep olan Ankara Savaşı’ndan sonra altında sekiz at çatlayan, elinde dokuz kılıç kırılan Yıldırım Beyazıt üstüne demir file atılarak esir alınır. Timur’un çadırına götürülür. Timur çadırın kapısında ve ayaktadır. Toz toprak içinde dimdik duran Yıldırım’a gülmeye başlar. Tuzağa düşmüş aslan gibi Yıldırım kükrer. Allah’ın bedbaht ettiği biriyle alay etmek fenadır, diye bağırır. Timur, sana değil Allah’ın bu dünyayı senin gibi bir körle, benim gibi bir topala bıraktığına gülüyorum, diye cevap verir. Yıldırım’ın bir gözü şehla, Timur’un ise bir ayağı topaldır. Her ikisinin gurur ve öfkesi bir bakıma Türk dünyasının bugünkü acılarına da sebep olmuştur. Ancak olanlardan bizim bugünkü nesillerin, siyasilerin ibret alması için mani hiçbir hal yoktur. Gerçek siyaset adamı, tarihin hakikatlerini unutmayan, devamlı bir biçimde kendi kendisine; “Ben nefsimin efendisi mi? Kölesi miyim?” diye sorabilen şahsiyettir.