Mağlûp bir medeniyetin hüzünlü şövalyeleri
Onların kaderinin, kendilerinden yaklaşık yüz yıl önce bu ülkeyi kurtarma misyonunu kendilerine hayat memat meselesi edinen ve koskoca bir imparatorluğun enkâzı altında kalan İttihat Terakkî’nin kurmaylarıyla ve mensuplarıyla kısmen de olsa kesişmesi her ne kadar bir trajedi ise, gerek İttihat Terakkî’nin ve gerekse onlarla aynı kaderi kısmen paylaşan ülkücülerin içinde tarihin yazabileceği en hasbisinden kahramanların da tarihe mâl olmaları da ayniyle benzerî bir trajedidir... Bu müşterek trajedide rol alan şövalyelerin hüznü, yalnız kendi zamanlarını değil bizim zamanlarımızı da sarmaktadır...
Yakub Cemil’in trajedisi, Kâğıthâne deresinin kenarında, arkadaşlarının emriyle kurşuna dizildiği gün bitmedi. Kurşuna dizilmezden önce, “Bir vasiyetin var mı?” sorusuna verdiği cevap, Yakub Cemil’in ne kadar kavî bir inancının olduğunun delîli olduğu kadar, arkadaşlarının, bilhassa Talât Paşa’nın ve Kara Kemâl’inbu hüzünlü şövalyeye son kullanma tarihi geçmiş bir eczâ malzemesi yaptığının da delîli idi. Yakub Cemil bu soruyu, “Param, malım yok ki, vasiyetim olsun, çoluk çocuğuma elbet İttihat Terakki bir aylık bağlar da ortada arkamdan aç kalmazlar” diyerek cevaplamış ve sadâkatini son nefesini vermezden önce de izhar ve ispât etmişti...
Yakub Cemil, kendi neslinin tüm dramını sanki tek başına üstlenmiş, en mühim zamanlarda ve en tehlikeli işlerde pervâsızca ileriye atılmış, korku nedir bilmemiş, inanmış ve inandıklarını tahlil etme ihtiyacı bile hissetmeksizin yapması gerekenleri yapmış, Büyük Efendi Talat Paşa’nın ve Küçük Efendi Kara Kemâl’in komitacı zekâlarının kurbanı olmaktan kurtulamamıştı. Bu iki yüksek komitacı zekânın kendisini kurban edeceğini bile kestirmekten aciz bir samimiyete ve şövalyeliğe sahipti. Ölüme de bir şövalye gibi, bir serdengeçti gibi gitmişti... İttihat ve Terakkî’nin insan yiyen mekanizmasının serencâmı değişmedi. Pek çok insanı tüketti ve kendisi de tükendi. Yakub Cemil’i harcayan Talât Paşa’nın ve Kara Kemâl’in sonları daha trajik oldu. Talât Paşa bir Ermeni’nin kurşunlarına hedef olurken, Kara Kemâl ise İzmir suikastından sorumlu tutuldu ve takip neticesinde bir tavuk kümesinde intihar etmek zorunda kaldı.
Galiba şövalyelerin, haydi bizim kültürümüzdeki karşılığı ile söyleyelim serdengeçtilerin kaderi hüzünlü olmak ve mağlûp olmak... Sanki bunun için dünyaya geliyorlar. Bir kahramanlığın, bir efsânenin en güzel, en mağrur, en mağlûp, en mağdur ve en hüzn-engîz özneleri olarak çekip gidiyorlar tarih sahnesinden; elde kalıyor hüzün, elde kalıyor inkisar... Bu serdengeçtilerin, geride bıraktığımız çeyrek asırlık zamanda yaşayan misâllerini bu satırların okuyucuları arasında yakından tanıyanlar var. Onlarla aynı safta hizalanan, el bağlayan, bir dilim ekmeği bölüşen ve şimdi artık hâtıralarıyla yaşayanlar bu serdengeçtilerin hüznünü en iyi bilenlerdir...
Serdengeçtiler hüzünlüdürler, çünkü inanmışlardır bir kere, geriye ne kaldıysa tamamı süflidir onlar için. Bir anekdot anlatır Fidel Castro hâtıralarında. Küba’da devrim yapılmış, ardından hükümet kurulma aşamasına gelinmiştir. Toplantıda Fidel Castro sorar, “Aranızda ekonomist var mı?” diye. Toplantı hâzirûnundan birisi elini kaldırır; bu Che Quevera’dır. “Ben varım” der. Fidel Castro, “Sen ne anlarsın ekonomiden?” diye hayretle sorar. Che Quevera, “Affedersiniz” der, “Ben aranızda komünist var mı diye sordunuz sandım...”
Her ne kadar bahse mevzu hâtırat sahibi ve şürekâsı ile hiçbir bağımız olmasa da, anekdot ilginçtir. Serdengeçtiler hayatı pek ilimle, felsefe ile anlamazlar... Onlar için hayat inanmaktan ve inandıklarını yapmaktan ibârettir. İnanırlar ve hayata geçirirler. Nihâyetinde mağlûp olurlar. Ama onlar, gâlip olmak gibi bir hesaptan berîdirler zaten. Bir teşekkür, bir tahattur onlar için hayatlarını hüzünlü bir tebessümle devam ettirmeleri için kâfidir. Çoğu bundan da mahrum kalırlar. Ama şikâyet etmezler, sükût ederler.. derin ve mânidar bir sükûttur bu... Nerelerdedirler bunlar? Ne iş yaparlar, ne yer ne içerler, nerelerde otururlar, niçin ortalarda görünmezler? Görünseler bile varlıklarını hissettirmezler? Sessizlikleri hayat tarzı hâline mi gelmiştir? Kim bilir, belki de öyledir. Nasıl olursa olsun, nerede olurlarsa olsunlar, hangi durumda bulunurlarsa bulunsunlar, neye mâruz kalırlarsa kalsınlar, onlar hüzünlü şövalyelerdir, hüzünlü serdengeçtilerdir... Onlar, kahramanların yapması gerektiği gibi arenada konuşmuşlardır, hayatın içinde sükûtu tercih ederler.. derin ve mânidar bir sükûttur bu...
Bunları isimlendirmek, profesyonel tarihçilere hiçbir zaman câzip gelmemiştir. Tarihçiler onları müşterek bir özne ile ifade etmeyi tercih etmişlerdir. Onlar tarihçi için kahramandırlar, şövalyedirler, serdengeçtidirler... Bu müşterek özne altında yer alırlar tarihin içinde. Tarihte isimleriyle yer almak gibi bir iddianın zaten sahibi değillerdir. Tarihçiler de galiba buna hürmeten onları sıfatlarıyla zikrederler... İsimsiz kahramanlar oluverirler ve tarihçinin kaleminden düşüverirler tarihin sahifelerine ve silik, solmuş, sararmış ama kadîm bir iz bırakırlar...