Kendi çapında yazar!

Görmediğini yok sayan Hıncal Uluç, kör olsaydı güneşi inkar mı edecekti?

Uluç’un Yeniçağ’ın ‘Edepsiz Batı’ manşetini yok sayan tutumu, sporu futboldan,
iyi müziği senfoni orkestrasından, Türkiye’yi
İstanbul’dan ibaret sananları hatırlattı.

30 Aralık 2009 : Yahşi Batı’nın basın gösterimi yapıldı.
31 Aralık 2009 : Güzel yurdumun her bir gazetesine özenle yerleştirilmiş böcek / köstebek / telekulak / telegöz taifesinden nasibimize düşen her “kim / ne” varsa! şahittir ki, Yeniçağ’ın yazı işleri toplantısında gündemin ilk sırasında “küfür” vardı.
2 Ocak 2010 : Yeniçağ “Edepsiz Batı” manşetiyle çıktı. Yahşi Batı adlı filmde “komedi bahanesiyle galiz küfürler edilmesi”ni eleştirdi, filmi izleyebilenlerin tepkilerine yer verdi, Kültür Bakanlığı’nı göreve çağırdı.
3 Ocak 2010 : medyacafe.com, babialihaber.com, turktime.com, tarafsizhaber.com gibi bir çok internet sitesi, söz konusu haberimizi “Yeniçağ’dan Yahşi Batı’ya öfke” başlığıyla kendi takipçilerine duyurdu.
6 Ocak 2010 : Gazetelerde, özellikle de bayan sinema eleştirmenlerinin filme övgüler yağdırması ve küfre “olması gerektiği kadar” gibi bir ölçü getirme çabaları üzerine Yeniçağ konuyu bir kez daha, bu kez de Medya Polemik’in manşetinde gündeme getirdi.
Ve...
8 Ocak 2010 : Hıncal Uluç Sabah’taki köşesinde, “küfrün gırla gittiği, argonun binin bir para olduğu Yahşi Batı”yla ilgili olarak medyanın sergilediği tavrı eleştirdi ve “Pes.. Eleştirmenler günlerden beri her şeyi tartışıyor, bunun altını çizen ”Bu nasıl 7+“ diyen yok.. ” dedi.
Pes kere pes
E pes tabii...
Hatta; vallahi de pes, billahi de pes!
Bu ülkede, her gün ortalama 55 bin insanın bayiden satın alarak, yüzbinlerce kişinin de internet ortamında takip ettiği, Yeniçağ adında bir gazete var. Ve o gazete tam bir hafta önce, Uluç’un “kimse altını çizmedi” dediği küfür rezaletini, önlem alınması çağrısıyla birlikte manşet yaptı.
Hıncal Uluç, Yeniçağ’ın yayın çizgisini, habercilik anlayışını, yorumlarını, görünümünü, renklerini, mesajlarını, yazarlarını vs. beğenmeyebilir... Sektörde böyle bir gazetenin var olmasını tercih etmiyor da olabilir... Hatta “gazeteci” sıfatıyla bulunmadığı ortamlarda, Yeniçağ’ı yok da sayabilir. Paşa gönlü bilir.
Amaa...
’Hıncal’ın Yeri’ni, “gazeteci” sıfatıyla açtıysa ve müşterisine sunduğu mönüdeki tariflerin “gazeteciliğin meslek etiği”ne uygun biçimde hazırlandığını iddia ediyorsa...
Hele ki (gazetecinin kesin hükümler vermemesi esastır ama) medyaya dair genel ve kesin bir hüküm veriyorsa, Yeniçağ’ı da, bütün diğer gazeteler gibi “kimse” den saymak zorundadır.
Mesleğe yeni başlayan bir gazeteci bile “hiç”, “en” gibi yargı ifadelerini kullanmanın ne büyük risk olduğunu bilir.
Siz “Dünyanın en şişman kadını Amerika’da” diye manşet atarsınız, ertesi gün Zimbabwe’den bir teyze çıkar “Ben daha şimanım” deyiverir.
Elinizde baskülle, dünyanın her bir karışını gezip, her bir insan evladını tartmadan sahip olamayacağınız bir bilgiyi, okuyucunuzla “mutlak doğru”ymuş gibi paylaşırsanız; ertesi gün yüzünüzün kızarması ihtimali daima vardır.
Bunun için en kısa / uzun / zayıf / koca ayaklı / köfte dudaklı / büyük kulaklı... gibi ifadeleri kullanmamak gerektiği, gazeteciliğin en temel bilgilerinden biridir.
Bir olayı, yarın birinin karşınıza çıkıp “benim de başıma geldi, ben de yaptım, ben daha önce de gördüm, duydum, okudum” demeyeceğinden emin olmadan “ilk kez” diye duyuramazsınız.
Bir gazeteci için “-lar”, “-ler” de aynı nedenle tehlikelidir. “Kadınlar esmer erkekleri sever”, “Erkekler çok konuşan kadından hoşlanmıyor” gibi hangi akla hizmet yapıldıkları şüpheli haberler mesela... Bu tür yayınlara bakıp, “hadi oradan” dediğiniz olmuyor mu?
Sözün özü:
“Nereden biliyorsun?” sorusu havada / cevapsız kalan her genelleme çürütülmeye mahkumdur!
En temel ilkeler
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nce yayımlanan Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nin C bendinde, gazetecinin sorumluluğu “Basın özgürlüğünü, halkın doğru haber alma, bilgi edinme hakkı adına dürüst biçimde kullanmak, bu amaçla her türlü sansür ve otosansürle mücadele etmek ve halkı da bu yönde bilgilendirmek”le özetlenir. Buna göre gazeteci herşeyden ve herkesten önce “halka karşı” sorumludur.
Yine aynı bildirinin E bendinde sıralanan “Gazetecinin temel görev ve ilkeleri”nden bazıları şöyledir:
“1. Madde: Halkın bilgi edinme hakkı uyarınca, gazeteci, kendi açısından sonuçları ne olursa olsun, gerçeklere ve doğrulara saygı duymak ve uymak zorundadır.
5. Madde: Gazeteci; temel bilgileri yok edemez, görmezlikten gelemez ve metinlerle belgeleri değiştiremez, tahrif edemez. Yanlış, yanıltıcı ve tahrif edilmiş yayın malzemesi kullanmaktan uzak durur.
10. Madde: Gazeteci, çalıntı, iftira, hakaret, lekeleme, saptırma, manipülasyon, söylenti, dedikodu ve dayanaksız suçlamalardan kesinlikle uzak durur.”
Yeniçağ’ın bir hafta önce manşet yaptığı analizi “yok sayarak”, bir hafta sonra “kimse yazmadı” ön bilgisiyle, medyaya ders verir gibi yazmış biri olarak, Sayın Uluç, siz şimdi;
Doğrulara saygı duyduğunuzu ve uyduğunuzu söyleyebilir misiniz?
Bilgi ve belgeleri görmezlikten gelmediğinizi savunabilir misiniz?
Şu veya bu nedenle, bilerek veya farkında olmadan gerçeği saptırmadığınızı, kendi okurunuzun zihninde manipülasyona neden olmadığınızı, ve medyayı “dayanaksız” olarak suçlamadığınızı iddia edebilir misiniz?
Adem-i merkeziyetçilik
Uluç, yazısının çıkış noktasını, konuya “medyada hiç değinilmemiş olması” değil de, “kendi okuduğu gazeteler arasında değinilmemiş olması” yapsaydı, emin olun böyle bir yazıyı kaleme alıyor olmazdım. Uluç, beğenirler veya beğenmezler, kabul eder veya etmezler bizim de dahil olduğumuz sektörün bütününü suçlamadan, sadece kendi okuduğu üç, beş, on, neyse o kadar gazeteyle ilgili yargısını paylaştığını belirtseydi, ne bir gerçek dışılık, ne bir haksızlık, ne bir bilgi kirliliği oluşmazdı, düzeltilmeye muhtaç olmazdı.
Dolayısıyla bu yazı “Sen Yeniçağ okumazsan, ben de seni işte böyle rezil ederim” türünden hastalıklı bir duygunun yansıması olarak yazılmamıştır.
Bu yazıyla amaçlanan; Hıncal Uluç gibi, medyada gazetecilik ilkeleri, etiği üzerine belki de en fazla kalem oynatan isimlerden birinin, gazeteciliğin namusunu korumak uğruna kendi gazetesini dahi en sert ifadelerle eleştiren bir “usta”nın dahi düşebildiği “çıkmaz”a dikkat çekmektir.
O çıkmaz ki, sadece medyayı değil toplumsal hayatı, sistemi, kanaatleri belirleyen bütün alanları içine vakumlamış gibidir.
Sınırları, vakumlanarak veya izolasyonla belirlenmiş dar alanlar, ötekini görmek imkan tanımadığı için;
Bu ülkenin Başbakanı meclis kürsüsünden “Sizin hiç çocuğunuz öldü mü?” diye sorabilmiştir. Başına konfetiler yağarken “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” sözü bu nedenle, bu kadar kolay dökülebilmiştir dudaklarından.
Bu nedenle işçi kadınlar buz gibi havada günlerdir sokaklarda haklarını ararken, Yeniçağ’ın dünkü manşetinde dikkat çektiği çelişki oluşabilmiş, “başka kadınlar” mutluluk pozları verebilmiştir objektiflere.
Bu ülkenin en ünlü “sanatçı”sının Ruhi Su’ya selam gönderişini nasıl ayıplarız bu ortamda. Sanat gibi evrensellik iddiası olan bir kavramı temsil edenlerden, en yerel değerlerini öğrenmeleri beklenmişmidir ki bugüne değin?
Boğazda viski yudumlarken, Anadolu insanına rol biçen aydın tipiyle sembolleşen bir adem-i merkeziyetçilik belası musallat olmuş haldedir medyaya. Bütünü görmeyi imkansız kılan bağsız parçacıklar... Kimse inkar edemez. Kimse pençesinde olmadığını ileri süremez. Sürmez de zaten. O kadar kutsanmış sayar ki kendini, o kadar emindir ki dünyanın kendi penceresinden baktığı kadar olduğundan...
Bünyesinde, dünyanın en büyük cahillerinin, öteki hayatlara, düşüncelere, duygulara yabancılaşanlar olduğunu görecek kadar bile kırıntısı kalmamıştır şuurun.
Bunu da yok saymayın diye
Sayın Uluç,
İnanın böyle olmasını biz de istemezdik. Ama gazeteci, “Ne olmuş yani ben dün duydum” demek lüksüne sahip değildir. Sizin bulunduğunuz yerden gözükmüyor diye, güneşin olmadığını iddia edebilir misiniz? Bir gazetecinin, kendi çapı etrafında dönüp durmasına gazetecilik diyebilir miyiz?
Siz yarım asırdan fazladır bu mesleğe emek vermiş bir gazetecisiniz. Olağan şartlarda bu yazıyı sizin bize yazmanız gerekirdi. Henüz “çaylaklık kredisi”ni kullanan gazeteciler olarak size gazetecilik ilkelerini hatırlatmak yerine, tecrübelerinizden, birikiminizden faydalanıyor olmamız gerekirdi.
Ancak, siz daha iyi bilirsiniz ki, gazeteci aynı zamanda ilettiği haber ve bilginin sorumluluğunu üstlenmekle, “yayınlanmış her yanlışı en kısa sürede düzeltmekle yükümlüdür. Gazeteci, istismar edilmemesi, kötüye kullanılmaması ve kabul edilebilir boyutlar ile biçimde yapılması kaydıyla, cevap hakkına saygılı olmalıdır.”
Sizin bu hakka saygı duyacağınızdan en küçük bir şüphem yok. İş ki, böyle bir hakka sahip olduğumuzdan haberdar olun!
Öyle ya, yazınıza bakılırsa ya Yeniçağ’ın varlığından haberdar değilsiniz, ya yok sayıyorsunuz, ya da yazdıklarıyla - hataya düşme pahasına- ilgilenmiyorsunuz.
Yani siz kendi dünyanızın “olağan şartlarında” benim böyle bir yazı yazdığımı hiç öğrenemeyeceksiniz.
O zaman, gazetecilik ilkelerinin bir kere daha çiğnenmemesi adına; “şartları olgunlaştırma” zamanı!
Sırf sizi gazeteciliğin en temel kurallarını katleden bir seri katil durumuna düşürmemek için, bu yazıyı gazetedeki sayfama gönderir görmez, bir kopyasını da size fakslıyorum...

İşte Uluç’un ‘hiç kimse yazmadı’ dediği o satırlar

2 Ocak 2009 Yeniçağ
Son filmi “Yahşi Batı”da küfürden taviz vermeyen Cem Yılmaz, ortaya yüz kızartıcı bir “Western” çıkarmış. Filmin kısır senaryosu zengin bel altı esprilerle (!) desteklenmeye çalışılmış. Görüntü ve teknik açıdan da vasatın çok altında bir yapım.
Biraz gülme ümidiyle gittikleri filmden neye uğradığını şaşırarak çıkanların sayısı çok fazlaydı. Filmle ilgili söylenebilecek en güzel sözü çıkışta bir izleyiciden duydum: Bu filmi TV’de yayımlamaya kalksalar ’bip’ sesinden dolayı hiçbir şey kalmaz!
Bakan ne yapacak?
CEM Yılmaz’ın son filmine çocuklarıyla gitme hatasına düşen çok sayıda seyirci, yüz kızartıcı küfürler yüzünden daha ilk 15 dakika sonunda kendilerini dışarı atmak zorunda kaldı. Sinemaseverler, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ı göreve çağırdı.
Yeniçağ


8 Ocak 2010 Hıncal’ın Yeri
Eğer Yahşi Batı için “Yedi yaşından büyüklere” kararı vermişse, Kültür Bakanlığı sansür kurulu, bu ülkemizde sansürün fiilen kalktığını, o kurulun boşuna toplanıp vakit kaybettiğini, bizim vergilerimizden boşuna para aldığının işaretidir.
İçinde buraya yazsam ağır cezalar ödeyeceğim a.’lı, s..’li, t....’lı sözcükler gırla gidiyor. Argonun bini bir para..
Ve film 7+ diye sınıflandırılıyor.. Pes.. Eleştirmenler günlerden beri her şeyi tartışıyor, bunun altını çizen “Bu nasıl 7+” diyen yok.. Faşist ilan edilmekten mi korkuyorlar?.. Yoksa Cem Yılmaz’a kıyak olsun diye sesleri mi çıkmıyor?..
Allahtan son günlerde köşe yazarları, filmi görüp isyana başladılar. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, sekiz yaşında bir akraba çocuğunu alsın, filme gitsin.. Bakalım 10 dakika ara verildiğinde çocuğun yüzüne rahatça bakabilecek mi?. l Hıncal Uluç / Sabah

MİNİ YORUM
III. Selim adayı haklı

Emekli Tuğgeneral Ramiz İlker, 32. Gün programında TSK’nın tasfiyesinden bahseden Mümtaz’er Türköne’ye “TSK Yeniçeri Ocağı değildir” demiş ve “II. Mahmut musun?” diye sormuştu. Türköne de cevaben, “III. Selim’im” demişti. Fatih Altaylı bu cevabından ötürü Türköne’yi cehaletle suçlarken yanılmış. Türköne’nin Nizam-ı Cedit hayalini bilmeyen mi var?

Yazarın Diğer Yazıları