Kantarın ayarı
Geçen haftalarda her dönem Meclis çatısı altında kavga çıkaran, sövmek ve yumruk atmaktan başka meziyeti olmayan sapıklardan bahsetmiştim. Ne yazık ki yaşanan tecrübelere, artan yatırımlara, okulların çoğalmasına rağmen bu tiplerin azalmak yerine bereketlendiği anlaşılıyor.
Son günlerde Hükümetin hazırladığı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’nın yeniden düzenlenmesine ilişkin kanun tasarısının Adalet Komisyonu’nda görüşülmesini takip ederken elem duymamak, “Vah vah! Nedir bu seviyesizlik!” dememek mümkün mü? Komisyon Başkanı’nın davet ettiği “Size söz vereceğim” dediği önemli bir meslek kuruluşunun başındaki hakim söz isteyince, önce atılan sularla ıslatılıyor, sonra yumruk ve tekmelerle yere düşürülüyor. Bu zulüm kafi gelmiyor Başbakan söz konusu hakime hakaretler yağdırıyor. Kendisinin kaynaklık ettiği; öfke, çatışma, kamplaşmalara yol açan söylemler ile memleketi bir buhrandan bir diğer buhrana götürme stratejisi Adalet Komisyonu çatısı altında zirveye ulaşıyor.
Ne hazin bir tablo... HSYK’yı yok edecek tasarı alelacele hazırlanıp Adalet Komisyonu’na gönderiliyor. Komisyon üyelerinden beklenen, devletin sistemini, yargı erkini koruyacak, güçlendirecek bir üslupla çalışmalarıdır. Ama ne gezer. Aynen Genel Başkanları Başbakan gibi, yargının boğazını sıkıp, bütün hakimleri Adalet Bakanı’nın memuru yapacak kanunu acele çıkarmak için işe başlıyorlar. Aksi görüşe katiyen saygı duymayan bir zihniyetle çalışmayı tercih ediyorlar. Niçin böyleyiz? Neden bir türlü demokrat ve hoşgörülü olamıyoruz?
Bugün Hükümetin hedef tahtası olan, iktidarın bir organı olmasına uğraşılan HSYK, bu iktidar döneminde kuruldu. Hakim teminatını ve yargı bağımsızlığını sağlayacak yolda ileri bir adım olarak görüldü. Bugüne kadar bir problem yoktu ancak 17 Aralık olaylarında şahsiyetli bir tutum sergileyince çok kötü bir kurum oldu. Başbakan sadık köleler istiyor. Ne derse “Başüstüne efendim!” diyecek köleler. Halbuki, aklı hür, vicdanı hür insanlar ancak doğru olanı söyler ve yapar. İktidar böyle insanlarla çalışmalıdır.
Polisin yaptığı yolsuzluk operasyonuna “Bu bir darbedir!” diyen Başbakan öfke, saptırma, küfretme yerine işi adlî seyrine terk etse ne olur? Ne kaybederdi? Sadece saygı kazanırdı. Devlet adamlığı takdir toplardı.
Zaman, zaman hayranlıkla bahsettiği Osmanlı; çocuklarını asla şımartmaz, “yaşarsa el beğensin, ölürse yer beğensin” zihniyetiyle yetiştirirdi. Şehzadelerin terbiyesi ise çok ciddi şekilde ele alınmıştı. Fatih Sultan Mehmet çocukken Hocası Molla Gürani; dersini öğrenmez, çalışmazsa O’nu döveceğini söyler. Bunun üzerine Fatih, hocasını babası Sultan Murad’a şikayet edince, “Aman oğlum, çok çalış, dersini iyi öğren, yoksa hocan beni de döver” karşılığını alır. Disiplinli, zamanın bilgilerine sahip, faziletli, ilim ve sanat kadroları elinde şehzade Fatih özenle yetiştirilir. Olgunlaşan fikrî ve ruhî formasyonu O’nu “Sultan Fatih” yapar...
Başbakan, savcının, ifadesini almak üzere davet ettiği oğlunu saklıyor. Sonra pazar günü birlikte camiye ve kabristana gidiyor. Bu tavır hakikaten üzüntü vericidir. “Oğlum savcının davetine icabet et, derhal git ifade ver” deseydi hukuka saygılı bir Başbakan olur, Türkiye’nin “demokratik hukuk devleti” olma vasfını yitirdiği yolundaki eleştirileri büyük ölçüde bertaraf ederdi.
Siyasi tarihin acı gerçeklerini görelim. İslam ülkeleri ilmî ve fikrî gerilikleri sebebiyle köle oldu. Kurtuluşları çok zaman aldı. Bugün bile İslam Alemi ileri teknoloji üretemiyor. Türkiye’nin dünya ekonomisinin temelini teşkil eden teknoloji üretiminde önde gittiği bir alan yok! Ticari başarılarımız ileri teknoloji üreten dünyanın artık meşgul olmadığı, üretim dallarında yoğun çalışmamızdan meydana geliyor.
Yöneticilerin görmek istemediği en temel sorunumuz eğitim. Felsefeyi dışlayan, mantığa sırt çeviren eğitim sistemimiz ideolojik körlükle batağa saplanmış durumdadır. Sanat dallarında dünya çapında bir iddiamız var mı? Cumhuriyetin fevkalade uzak görüşlü bir anlayışla kurduğu kültür kurumlarını kapatmak hangi ufuksuzluğun ürünüdür? Devlet tiyatrolarını kapatırsanız bir büyük eğitim kurumundan ülkeyi mahrum edersiniz. Felsefe okumaz, tasavvuftan nasip almazsanız dünyayı kır kültürünün penceresinden seyretmeye mahkum olursunuz. Batıdaki siyasi, felsefi ekolleri bilmeyen, kendi tarihinin ilişkide olduğu ülkelerle karşılaştırma malzemesinden mahrum kafalarda “tarih şuuru”
ve doğru karar verebilme, strateji tayin etme kapasitesi olur mu?
Kır kültürünün sayın temsilcilerinin geçtik Batı felsefesinden, Ortaçağ İslam felsefesinden haberleri var mı?
Şimdi bu beylerin Avrupa Birliği diye yüksek sesli direnişini nasıl anlayalım? Ömürlerinin hiçbir döneminde Avrupalı gibi düşünmemiş, düşünmek de istemeyen insanların AB’ye girme yolundaki isteklerini nasıl değerlendirelim?
Çağdaş Avrupa kültürünün özü; insana saygı, her fikre hoşgörü ile yaklaşmaktır. Sizin gibi düşünmeyenlere “sayı üstünlüğü bizde sizi ezeriz, söveriz, döveriz” mantığı ile yaklaşan bu iktidar ve Meclis’teki tavrı nereye gider?
Evet, hukuka saygı, karşı fikre hoşgörü huzurun temel şartıdır. Hükümet, öfke bulutları ile yolsuzlukları örtemez. Çare komplo teorileri üretmek değil, hakikatin önünde saygı ile eğilmektir. Unutmayalım; “Ayarını bozduğun kantar bir gün gelir, seni tartar.”