Kalkınmada ulusal politikaların önemi

Gelişmekte olan ülkelerde, kalkınma politikaları ve bunların uygulaması, ulusal kökenli veya dış kökenli olabilir.
Dış kaynaklı politika için IMF önerileri örnek olabilir. IMF Stand-by düzenlemesi yaparken, önerdiği politikaları şart koşuyor. Türkiye 2001 yılından beri, bu nedenle cari açık veriyor ve bu nedenle dış borçlarımız ödeme kapasitemizi aştı.
Ulusal iktisat politikası ise, özellikle finans çevreleri tarafından yanlış yorumlanıyor. Ulusal iktisat politikası, küreselleşme karşıtı bir anlayış değildir. Tersine küresel süreçte, dış ekonomik ilişkilerde ülkenin ekonomik çıkarlarını önde tutacak, diğer ülkelere karşı rekabet gücünü koruyacak politikalar ve önlemler bütünüdür.
Başka bir ifade ile ulusal iktisat politikası, küresel süreçte ülkenin ekonomik çıkarlarını koruyacak, ülke mallarının uluslararası piyasada rekabet gücünü artıracak, ekonomik anlamda bir ülkenin açık veya gizli olarak kaynak kaybını önleyecek bir politikadır. Bu tür bir politikanın, klasik iktisat, neoliberal politikalar içinde değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü ülkelerin kendine özgün koşulları, özellikleri, sosyo-kültürel yapısı, tarihi ve kültürel değerleri birbirine uymaz. Ulusal iktisat politikaları bu koşullar içinde şekillenir. Bu anlamıyla evrensel bir teori olmaz.
Söz gelimi, Çin’de piyasa ekonomisi anlayışı ile ABD’de piyasa ekonomisi anlayışı birbirinin tersidir. Buna rağmen her iki ülke de ulusal politika uygulamaktadır. Çin Merkezi kararlar ve Kur politikası
ile rekabet gücünü artırıp, dış işlemlerde cari fazla vermektedir. ABD ise kapitalizmin temsilcisidir. Cari açık veriyor. Ancak doları dünya parası yaparak ulusal çıkarlarını koruyor ve ulusal politikalar uyguluyor.
Kişisel düşüncem, küresel süreçte iktisat teorilerine boğulmak yerine, ülke çıkarlarını maksimize etmenin tek yolu ulusal politikalardır.
Eğer dış kaynaklı politikalar belirleyici olursa, yani iktisat politikalarını, IMF gibi, Dünya bankası gibi, uluslararası kurumlara bırakırsanız, bunların önereceği politikalar, ülke çıkarlarını değil, küresel piyasanın istikrarını ve diğer ülkelere zarar vermeyecek iktisat politikalarını önde tutar. Ayrıca da bunlar yalnızca ellerindeki ekonomik göstergelere göre politika alternatifleri seçerler. Toplumun alışkanlıkları, tasarruf ve yatırım potansiyeli, gelenekler gibi bu politikaları etkileyecek değişkenlere bakmazlar.
Türkiye bunun iki örneğini yaşadı.
1999’un sonunda IMF Türkiye için sabit kur sistemi önerdi. 2000 yılında TÜFE oranı yüzde 39 oldu. MB Kur artışını yüzde 20’de tuttu. 2001 krizi oldu. Krizden sonra ise sabit kur rejimin tam tersi, dalgalı kur sistemi önerildi. Bir buçuk yıl içinde aynı ülkeye birbirinin tam zıttı, iki farklı kur sistemi önerildi. Türkiye IMF’den kaynak kullanmak için zorunlu olarak, IMF önerilerini kabul etti.
Küreselleşmeyi bir ekonomik sömürü aracı olarak planlayanlar, 2001 krizinden sonra son on yıldır en iyi sonucu Türkiye’den aldılar. Türkiye yüksek dış açıklar veriyor. Yabancılar yüksek kar ve faiz transferi yapıyor. Bankacılık sektörüne yabancı sermaye hâkim oldu. Oysaki teoride, İktisatta Ricardo’nun çok bilinen mukayeseli (Karşılaştırmalı) üstünlükler teorisi, ticaret yapan iki ülkenin, ikisinin de kârlı çıkabileceği bir ilişkiyi açıklamaktadır.
Sonuç olarak, bugünkü şekliyle, küreselleşme rasyonel ve “Ulusal İktisat Politikaları” uygulamayan gelişmekte olan ülkelerin kaynak kaybına neden olmuştur.

Yazarın Diğer Yazıları