İngiliz parmağı takkenin altında saklı

Mustafa Kemal’in İngilizlerin çıkarlarına hizmet ettiğini iddia eden Ali Ünal’a, “ajan” ve “işbirlikçi” arayışında kullanması için kısa bir pusula...

Manşetler, sayfalar ve köşeler kurultay dolayısıyla doğal olarak CHP’ye ayrılmışken “ne alaka” diyebilirsiniz bugünkü yazıya. İlgili aslında. Çünkü bugün seçilecek Parti Meclisi’nde, mesela “Dersim özürcüsü” bir zihniyet baskın çıkarsa, yazımıza konu olan “o parmağın” haleflerinin, -aksini dilerim ama- yeni harekât üssünün CHP olacağı düşünebilir pekala!

***


Gelelim konunun asıl muhatabına.
Ali Ünal, önceki gün “Haritanın tamamını görmek için” başlıklı yazısında şöyle diyordu Zaman’da:
“Mustafa Kemal, yapacaklarını daha Samsun-Amasya-Erzurum hattında iken Mazhar Müfit Kansu’ya tek tek yazdırmıştı.
Bunlar, Mustafa Kemal’e ve arkadaşlarına Samsun vizesini veren İngiltere ile Lozan’da tescil edilip, taahhüt altına alındı.
Aynı İngiltere, “Ortadoğu” denilen coğrafyada mevcut sunî sınırları çizen ülkedir de. Bu sınırlar öyle çizildi ki, meselâ Kürtler Irak, Suriye, İran ve Türkiye arasında, Belucîler İran, Pakistan ve Afganistan arasında dağıtıldı. Çok açıktı ki, bu etnik unsurlar, İslâm ülkelerinin tamamen kendileriyle meşgul olması ve vakti geldiğinde bir defa daha bölünmesi adına kullanılacaktı.
Nitekim İngiltere mahreçli Financial Times gazetesinin Mayıs 1983’te, PKK’nın kuruluş günlerinde, yayınladığı ve dünyanın 2010 yılında alacağı öngörülen (yani planlanan) haritada zikri geçen dört ülkeye dağıtılmış Kürt bölgesi ‘Büyük Kürdistan’ olarak çiziliyordu. Dolayısıyla, PKK/KCK terörüne öncelikle bu açıdan değil de, Güneydoğu’daki şartların kendiliğinden sebep olduğu bir terör olarak bakanlar, fecî yanılıyorlar. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferine çıkarken İdris-i Bitlisî kendisini, Güneydoğu Anadolu’yu da Osmanlı Devleti sınırlarına katmaya teşvik etmiş ve “Sultan’ım, bu bölgenin güvenliği Musul’dan geçer” diyerek, Musul’a kadar fethedilmesi gerektiğini bildirmişti. İdris-i Bitlisî’nin kurmay zekâsına sahip olmayanlar, İngilizlerin İslâm dünyasında çizdiği sunî sınırlara teslim oldular.”

***


Bu satırların yazarı eğer fikri intihar eylemi yapmak üzere yetiştirilmiş bir canlı bomba değilse iki ihtimal olabilir:
Ya; alemi kör, milleti sersem
sanıyor!
Ya da; coğrafyamızdaki İngiliz işbirlikçiliğinin tarihine ilişkin gerçekten hiçbir şey bilmiyor!
Uzun uzun keşife çıkmaya gerek yok; sadece Ünal’ın hayranlıkla övdüğü İdris-i Bitlisi’nin “kurmay zekası” üzerinden bile ideal bir turnusol testi yapılabilir İngiliz çıkarlarına hizmet edenlerin kimliği konusunda!


Mezhep ihtilafını körükle
1700’lü yıllarda Osmanlı coğrafyasına yollanan misyonerlerden Hempher anılarında İngiliz Misyoner Teşkilatı için öncelikli hedefin “Sünnî-Şi’î ihtilafından yararlanarak, iki büyük İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti ile İran’ı vuruşturmak” olduğundan bahseder. Hemhper’ın “Teşkilat Başkanı”ndan aldığı emir şöyledir:
“Eğer sen, İslâm ülkelerinde, Sünnî-Şi’î kavgasını başlatabilirsen, büyük Britanya’ya en büyük hizmeti yapmış olacaksın! Senin vazifen, bu ihtilâf ateşini körüklemektir...”
Bu “ateş”in nasıl körüklendiğini, et ile tırnağın nasıl ayrıldığını hatırladınız mı?
Çaldıran’da (1514) Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail karşı karşıya geldiğinde, Doğu’daki Kürt aşiretlerinin Osmanlı adına Türkmenleri katletmesi için arabulucuk yapan İdiris-i Bitlisi sayesinde!
Bu “kurmay zeka”nın ürünü olan ve “Can ü gönülden İslâm Sultânı’na bî’at eyledik, İlhâdları zâhir olan Kızılbaşlar’dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafi’î mezhebini icra eyledik” diyerek Yavuz Sultan Selim’e “biat eden” eden Kürt Beyleri’ne tanınan haklar ile meşrulaştırılan derebeyliklerin Türkiye Cumhuriyeti’ne manidar bir miras bıraktı:
“Şeyh”ler, “Şıh”lar, “Seyit”ler!
Ve Tanzimat ile birlikte ilk onlar isyan ettiler (Botanlı Bedirhani Bey isyanı).
93 Harbi sırasında ilk darbeyi onlar vurdular(Şemdinli’de Halid-i Nakşî Kürt Şeyhi Seyit Taha oğlu Şeyh Ubeydullah isyanı).
1. Dünya Savaşı’nda Ermeniler Ruslarla ittifak yaparken, “İdris-i Bitlisi’nin Kürt Beyleri”nin artığı şeyhler, şıhlar da İngiliz işbirlikçisi Şerif Hüseyin ile birlikte Osmanlı’yı sırtından hançerlediler.
Şimdi Ali Ünal, dikkatlice yeniden bak bakalım ne var bu adamların kafalarında!


Torunları da aynı yolda
Yukarıdaki isimleri yazın hafızanıza. Aynı adlar yıllar sonra yine İngilizlerin himayesinde olan Kürt Teavün ve Terakki ile Kürt Teali Cemiyetlerinde çıkacak tarih sahnesine. Hem de kime karşı?
Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliye’ye!
31 Mart 1920’de Peyam-ı Sabah gazetesinde yayımlanan o meşhur Kürt Teali bildirisi şöyle:
“Kuva-yı Milliye’ye aldanmayınız! Bolşeviklerin kafasını taşıyan yurtsuz serserilerdir. Hilafet ve Saltanat’a bağlılıktan ayrılmayınız!”
Daha aydınlatıcı olması açısından bir de şöyle bir cümle ekleselerdi keşke:
Hilafet ve Saltanat’ın Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve İngiliz Muhibleri Cemiyeti’nin eline geçmiş olmasına aldanmayınız!
İngilizler’in bir “Kürdistan” sınırı çizdiği doğru da bu “İngiliz Kürdistanı”nın ilanı için anlaşma masasına oturanları es geçmiş yazısında:
22 Aralık 1918’de, aralarında bugün AKP’lilerin adına vakıf kurdukları Mustafa Sabri Efendi’nin de bulunduğu Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve Kürdistan Teali Cemiyeti üyeleri Kürdistan’ı özerkleştirmek üzere anlaştılar aralarında!
Hatta Damat Ferit’in İngilizlere ayrı bir Kürt devleti kurulması için Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı kullanmayı önerdiğini bizzat Amiral de Robbeck açıkladı Lord Curzon’a!
Şimdi Ali Ünal, dön bir kere daha bak o anlaşma masasına, ne var imzacıların kafasında!


Şeyh Sait’e suçüstü
Atatürk Türk milletinin kurtuluş savaşını verirken, 1921 ve 1924’te Seyyid Abdulkadir İngilizlerin desteği ile Doğu’da “Nakşî Kürt şeyhlerini” Türk askerlerine saldırmaları için örgütledi.
Elbette Şeyh Sait! Metin Toker’in Şeyh Sait ve İsyanı kitabında Türk istihbaratının isyanı önceden haber alışını anlattığı bölüm ibretlik:
“Kürdistan Teali Cemiyeti başkanı Seyyid Abdülkadir, “İngiltere Hariciye Nezareti Umur-u Şarkiye Müdürü Mr.Templen” diye Türk istihbaratından Nizamettin Bey’le görüşmüştür!”
Eee Ali Bey, ne vardı Şeyh Sait’in kafasında!
Ve Dersim! 1937’de İngiltere Dışişleri Bakanı’na yazdığı mektupta “Sayın ekselanslarına sesleniyorum, hükümetinizin yüksek manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı istirham ediyorum” diye yalvaran Seyit Rıza kalpaklı bir Kuvayı Milliye kahramanı değildi herhalde!


İmam maskeli ajan
Hindistan’dan Yemen’e, Mısır’dan Anadolu’ya bu coğrafya ne ile bölündü; milli şuurla mı dini fesatla mı!
Turlayalım:
Hinidstan’da Müslümanların esareti Seyyid Ahmed Han gibi “İncil’in tahrif edilmediğine dair yazılar döktüren diyalogcu alimler”in kuklalığı kabulü ile başlamadı mı?
“Üstad” dediğiniz dinde reform öncüsü Cemaleddin Afgani’yi İstanbul’a sonradan “Araştırdım İngilizlerin adamıydı” diyecek olan II. Abdülhamit getirmedi mi?
Yemen’de İngilizler’in kışkırtmak için tercih ettiği kitle Zeydi İmamları olmadı mı?
Sırf içeridekiler değil dışarıdan gönderilenler de -tesadüf olmamalı ki- aynı alana sızdırıldı.
Abdülmecid döneminin kaymakamlarından Mustafa Bey, bir İngiliz misyonerinin ağzından “yetişme öyküsü”nü şöyle aktarır anılarında:
“ ‘Ben ve arkadaşım Herbert on yaşında iken Misyon cemiyeti tarafından İstanbula’gönderilmiş idik. Doğruca sefarethanemize gittik. Sefir beni sefaret kavvası, Cihangir’de sakin Ali Ağaya teslim etti ve şu tenbihatta bulundu: “Ali Ağa, bu çocuğun ismi İbrahim’dir ve senin oğlundur. Aylık olarak sana on lira vereceğiz... Tıpkı kendi soyundan olmuş çocuğun gibi yedirecek, içirecek ve giydireceksin, adetiniz nasılsa öyle terbiye eyliyeceksin.” dedi.
Türkçeyi öğrenmeye başladım... Mektepte de Hoca Efendi teveccüh göstermeye başladı... İbtidai ve Rüşdi derslerini gördükten sonra Beyazıt Camii şerifinde Müderris Palabıyık Ali Efendi’nin ders halkasına dahil oldum... Câmi’dersini ikmâl ederek icazet aldım yâni Sünnî bir müderris oldum. Yaşım da otuzu buldu Dersaadet’e (yâni İstanbul’a) gelişimden icazet alıncaya kadar her ay bir kerre geceleyin sefarethaneye gider ve sefirin iltifatına mazhar olurdum. Bab-ı Alî’ye devama başladım. Hariciye Nezâreti tercüme kalemine me’mûr edildim; maaşım 500 kuruş oldu. İngiltere sefarethaneye ben gönderilir idim. Az zaman zarfında maaşım 2000 kuruş oldu ve Hariciye’de tercüme odası baş halifesi oldum. Misyon Cemiyetinden gelen bir emir üzerine Londra’ya dönüşüm lâzım geldiğinden, sakal ve bıyıklarımı traş ettirdikten ve o güne kadar giydiğim elbiselerimi çıkararak bir Avru-palı kıyafetine girip başıma bir silindir şapka geçirdikten sonra değerli arkadaşlarıma veda ederek İngiltere’ye döndüm.”
Yaa böyle işte Ali Bey, gördün mü “takke düşünce”ne göründü!

***


Madem asıl misyonu İngiliz projesini tesisti, dünyanın bütün arşivlerini tara bakalım. Amiral Webb’in Damat Ferit hakkında yazdığı şu cümlelerin benzerini bulabilir misiniz Mustafa Kemal hakkında:
“İtaatli bir ata fazla antrenman yaptırıyoruz. Daha iyisini bulamayız. Sadrazam her valiye bir İngiliz danışman atamak istiyor. Bizi mahcup ediyorlar...”
Ama bin beteri sızdı WikiLeaks’te; sen daha iyi bilirsin kimlerin marifetleri döküldü ortaya!
Mustafa Kemal’in bir işgal gemisinde kadeh tokuşturarak “İsa yolunda çalışacak, onun için her türlü özveriyi yapacak bir şövalye” olmak yerine “er meydanı”nda gazi olmayı tercih ettiğini cümle alem biliyor da;
“İşbirlikçilik”le suçladığın o büyük komutanın “Dizbağı sonra bize ayakbağı olur” diyerek reddettiği İngiliz nişanını Abdülmecit ile Abdülaziz’den sonra kim kabul etti onu bir yazsana!
Ya Lordlar Kamarası’nın “beş çayı konuğu” Leyla Zana’yı kim “umut” diye cilaladı kamuoyuna!

***


Yukarıdan aşağı sıraladığım bütün isimleri alt alta bir sırala... Ne var kafalarında; hıh, tut çıkar şimdi onu, takkelerinin altında bulursun aradığın İngiliz parmağıyla kurulan oyunu!

Yazarın Diğer Yazıları