Huzmâ safâ da’mâ kedür ister sâfâ ister keder...
Yeşil Camiî’nde, yeşil bir bahar yatsısında, yeşillerin içinde, yeşiller içinde, yeşil bahçe etrâfında, yeşil dallar altında, bir beden kıyamda, bir beden rükûda, bir alın secdede, teşehhüd miktarı aşk’ta...
Yeşil duvarların içinde, tarihî saatin, tarihin saatinin, tarih saatinin önünde. Bakışlar saate, saat sonsuzluğa mıhlanmış, saat durmuş, saat zamanı da durdurmuş, saatin sırları dökülmüş, tezyinâtı bozulmuş, çünkü zaman bozukmuş.
Asırların öncesinden gelen âşinalıkla baktı saate ve okşadı saati. Duran, donan o ânı okşamaktı bu; bir teşehhüd miktarı aşk ânını sevmekti aynı zamanda. Yaprağın üstündeki su taneciği gibi donan zamanın, tarihî saatin, tarihin saatinin, tarih saatinin önünden geri geri ayrıldı. Saatin gözü onda, onun gözlerinin biri yelkovanında, biri akrebinde asılı kaldı saatin. Çünkü nice zamandır hiç kimse o saate, o kadar gönülden bakmamış, hiç kimse o saati onlar gibi gönülden okşamamıştı ki; tarihî saate, tarihin saatine arkasını bile dönemedi...
Bir yatsı vaktiydi ve o şehrin içinde şehir vardı o gün. Tıpkı Yeşil Camiî’nin içinde başka bir Yeşil Camiî olduğu gibi... Tıpkı o gönlün içinde o iki gönülden tevlîd olan başka ama tek bir gönlün olduğu gibi...
Ağır ve fakat tüğ kadar hafif adımlarla, mahzun ve fakat neş’eli bakışlarla, sakin ve fakat kıpır kıpır heyecanla hurûf-î muâşakanın cezbeli meşkinde buldu kendini. Saatin yüzlerce yıllık nisyânından sıyrılıp, hattatın yüzlerce yıllık hatt-ı hayatında, hattın; meşk eden kıvrımlarına büründüler. Ayın nun’nun yanındaydı ve nun ayın’a yaslanıyordu. Tüm hurûfât iç içeydi.
Gümüş ilmeklerin içinde, yeşillerin dışında, Yeşil Camiî’nin içinde; iki gönlün çeperinde ayın ve elif vardı şimdi ve bir mim... Âh o mim, bir nokta; iki gönüle tek nokta koymaktaydı ki; bir nokta-i zevebândı bu... Ruhlarının tüm dacreti bu noktanın içindeydi, kâinat da o noktanın içindeydi ve noktadan nice boynu bükük, mahzun elifler oluşmaktaydı; o nokta aşk idi ve aşk bilinmez idi nicedir...
O mekânın, o ânın mihrâkı mihrâb idi. Ve mihrâb, mihr-i bân olmuş, kendisi mihrâbın önünde, mihrâbın içinde, mihrâbı da içinde buldu. Mihrâb mihrâkı oldu, mihrâbın altında kaldı, mihrâbın tezyînâtı oldu, çünkü mihrâbın da sırları, kadîm zamanların aşk estetiği ile birlikte dökülmüş, motifleri modern zamanların gözlerini okşamaz olmuştu... Diz çöktü, dizleri birbirine değdi mihrâbın önünde. Başını eğdi, gözlerini yumdu tıpkı ölüler gibi, tıpkı ölmeden ölenler gibi. Mihrâbın dökülen sırlarının hüzn-engîz seslerini duyup, hüzünlendi. Ruhu Yeşil Camiî’nin yeşil çinileri ile donandı, yeşil çinilerin üstüne gümüş ilmeklerle ‘Âh! Hüsn-ü aşk’ hattını çekti. Tarihî saat, tarihin saati ona şahitlik etti ve yalnızca onun duyduğu bir ses ile yalnızca bir kez âşk ile ve dahi vecd ile vurdu, ardından yine sükûta gömüldü. Elleri duaya kalktı, dua için kalktı; dualara güzergâh, tevekküle saat tayin etti.
Duaları sırroldu, mihrâba karıştı ve mihrâb dahi onun dualarına karıştı...
Usul usul dışarıya çıktı, dışarıya baktı, dışarısı ona baktı, ne o dışarıyı, ne de dışarısı onu göremedi. Şehre karıştı. Hey hât; şehir yoktu!
Şehrin insanları hiçbir şey anlamamıştı bu olup bitenden, anlayamamıştı!
Ve herkes onu yalnız sanıyordu...