Havf ve recâ arasında nefessiz kalmak...
Nicedir zihnî bir teşevvüşe ve aynı zamanda bir zihnî tembelliğe giriftârım. İçimden hiçbir şey yazmak gelmiyor... ‘Ne olacak bu memleketin hâli?’ sorusu tahammül mülkümü virân ediyor çoktandır.
Önümüzde seçimler var, ülkemizin geleceğine şekil verecek, ‘Yeni Türkiye’ adı altında yürütülen bir ihânet ve ahlâksızlık siyasetinin devâmı ya da sona ermesi ihtimalleri arasından bir ümit devşiremiyorum.
Siyâset sahnesinin 12 yıllık tek adam şovu artık iç kaldıran bir seviyesizliğe dönüştü.
Eski dostların tek başına iktidar gibi bir niyetleri de yok, kaygıları da yok, planları da yok, stratejileri de yok... Mevcut durumun muhafazası ve varlıklarını siyâsetin içinde bir nebât-i hûdâ gibi yalnızca yağmur ve güneşle beslenerek devam ettirmekten başka bir hesapları da yok
Kendimizden bahsetmek, bize dâir kurumları, bize dâir gelişmeleri, bize dâir marazları bahse mevzu kılmak da bana zor geliyor; ayrıca bunları da yazamamama dâir en mühiminden bir sebep, skora tesir edememek kaygısı olarak bir habis tümör gibi beynimi kemiriyor, işte böyle eveleyip geveliyorum haftalardır.
Siyâsetin, aktüalitenin, tartışma programlarının semtine bile uğrayamıyorum... Şöyle tam tekmil bir ana haber bültenini aylar var ki seyretmiyorum...
Ve’l-hâsıl ne kadar da çok önemli şeyler oluyor ve bendeniz bunların ne kadar da uzağında kalıyorum zihnen. Bendeniz bunların yakınında olsa idim eğer ne değişecekti? Hiçbir şey! Bunlar hakkında yazılar yazsa idim meselâ, hayatımızda, hayatınızda neler değişirdi?
Ayakta kalan tek bir fikir adamı, kanaat önderi, şâir, filozof, sosyolog, siyâset bilimci, teolog, ilâhiyatçı, bürokrat, sanatçı kalmamış. Hepsi sapır sapır dökülmüş, muhalefet siyâset literatüründe bir kelimeden ibâret kalmış, bir tek nâmuslu itiraz sesi yükselmemiş...
Hırsızlık fetvâlarla tecviz edilmiş...
Hadis âlimi Diyanet İşleri Başkanı’nın sarığına Mercedes amblemi, cüppesine adâletsizlik yapışmış. Haksızlık beytü’l mala yapıldığında susmuş, şahsı söz konusu olduğunda üzülmüş ve yaya yollar tepmiş...
Öptürdükleri ellerden verdikleri tevbelerle tebliğ ve irşad vazifelerini huzurla deruhte eden mutasavvıfe dilini yutmuş...
Hutbelerde, kürsülerde, mihrablarda İmam-ı Âzâm Ebû Hanife anlatan hatipler ne İmam-ı Âzâm Ebû Hanife’den ne de dinleyenlerden utanmış...
Fıkıh profesörlerinin ar damarı çatlamış...
İlâhiyat fakültelerindeki odalarından Timur’un ordusu gibi ülkeyi talan eden muktedirlere destek bildirileri yayınlanmış...
Hülasaa adâletin, hakikatin ırzına geçilmiş ‘bu ülke’de yazmanın anlamı tükenmiş...
Anlamı tükenen bir ameli ifâ etmenin zorluğuna düşmüşüm...
Bu zorluktan kurtulacak bir ümidi beklemek bile yorarken Atsız’ın ‘Ruh Adam’ındaki kahramanı Selim Pusat’ın bir sözü geliyor aklıma:
“Ümid en son terk olunan şeydir...”
Sıkıcı yazılar yazdığımın farkındayım...
İsterseniz bu sıkıcı yazıları yazmama siz mâni olun ve ‘artık yazma’ diyerek bu sıkıntıya siz son verin... ‘Mecbur muyuz senin sıkıcı yazılarını okumağa’ deyin ve bu fakîri rahatlatın...
El atın, bu sıkıntıya bir son verelim; ne dersiniz?