Hadi be sen de “çadır bocusu”...

Habertürk gazetesi, Norveç’te 90’dan fazla insanın ölümüne yol açan seri saldırıların failini tanımlıyor:
“Dinci, milliyetçi,
psikopat”
Nasıl üçleme?
“Köfte piyaz” der gibi mesela; “Rakı balık” gibi yahut... “Tarhana çorbasıyla turşu”!
Birbirleriyle özdeşleşmiş haldeler, biri olmadan diğerinin tadı tuzu olmaz; psikopatsa biri ona en yakışan sıfat “milliyetçi” olmalı halka sunumunda, ki çağrışımda adres şaşmasın! “Dinci” de fena olmaz; leziz bir çeşni... Hele de ikisi birden olursa; enfes, tadından yenmez valla!
Siz hiç “liberal cani” manşeti gördünüz mü? Veya “kapitalist soyguncu” ? “Marksist-Leninist PKK’lı” karakol taradı mesela?!
Yıllarca üniversite olaylarını da bu mantıkla okutmadılar mı bize:
“Ülkücü saldırganlar solcu öğrencilere saldırdı?” Saldırıya uğramış olduklarında dahi değişmedi “saldırdı” fiilinin öznesi! Olayın ülkücü tarafı “mahalle kasabı” sanki; onlar da aynı okulda öğrenci! Aynı sakat mantıkla yıllarca bölücüleri “solcu” diye yutturup kavramları felce uğratan kimdi sanki!
Birkaç yıl önce Hrant Dink’in katili ele geçirildiğinde rastlamıştık bu psikolojik operasyonun benzerine:
“Katil milliyetçiymiş!”
Bir “maşa” olduğu için değil, “kafayı yediğinden” değil, “ustaca kullanıldığından” değil, “beyni yıkandığından” değil, “cehalet”inden değil de sırf “milliyetçi” olduğundan öldürmüş yani Samast, Dink’i?
Bu manşetlerle şekilleniyor toplumun fikri ve zikri; “Sakın milliyetçi olma evladım, mazallah kafayı yer, üç güne kalmaz da seri katil çıkarsın başımıza... Veya suikastçı... “Terörist” yahut...”
Bakın Zeytinburnu’ndaki “operasyon”a; kim suçlu?
“Milliyetçi saldırganlar!”

***

Habertürk’ün akıllara zarar, vicdanlara ziyan haberini görmeden önce, bugünkü Medya Polemik’in manşetini Necdet Sevinç’e attırmak istemiştim. Bu “milliyetçilik” düşmanı, yaftacı, yargısız infazcı, milletini sevmeyi, kimliğinle gurur duymayı suçmuş, cinayet sebebiymiş, akıl hastalığı deliliymiş gibi sunan kafa yapısı, kararımı pekiştirdi. Necdet Hoca’nın yıllar önce “milletini” aşağılayanlara karşı yazdığı satırlar, panzehir gibi geldi:
“Divân’ın manyak ve mankafaları tedavi etmek gibi bir görevi yok ama öyle sanıyorum ki, aşağıdaki satırlar, en büyük talihsizliklerinin Türk olarak yaratılmak veya Türkiye’de yaratılmak olduğuna inandırıldıkları için sürekli depresyon geçirenlere ilâç gibi gelecektir:
“- (...) Cihan hâkimi olan Türkler’e herkes muhtaçtır, onlara derdini dinletebilmek, her türlü isteğe erişebilmek için de Türkçe öğrenmek gerekir!
Kaşgarlı Mahmut Hazretleri’nin gençlerin çerçeveleyip, derneklerinin duvarlarına asacaklarından emin olduğum bu tespitlerini “efendim adamlar Türkçe bilmiyor” bahanesiyle kürtçe eğitime izin veren İhvan-ı Tayyip’e herhangi bir mesaj vermek için nakletmiyorum. Çünkü onların millî mesajları alması ruhen ve ırken mümkün değildir!
Zamanımızdan tam 931 yıl önceye ait olan ve doğruluğu defalarca test edilen bu kesinleşmiş hükümleri neden nakletmek ihtiyacını duydum biliyor musunuz?
Türk’ten, Türk dil ve kültüründen ve Türk medeniyetinden asla ve kat’iyyen bahsetmeden “küreselleşen dünyamızda” palavrasını sıkarak ortalıkta dolaşan gazeteci, siyasetçi, bilimadamı vesaire gibi bilumum Yumuşak G’lere, küreselleşme konusunda bir nota göndermek istiyorum da ondan: (...) Ne demişti Namık Kemal: “Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır!”
Büyük ecdadım Kaşgarlı Mahmut Hazretleri’nin küreselleşmeyle ilgili temel ilkelerini Divân’a taşıyışımızın ikinci sebebi bir çadır bocusunun (*) pantolonumun paçalarına dalaşmış olmasıdır.
Divân, “milliyetçiliğin AIDS’ten daha tehlikeli bir belâ olduğunu yazan” Herkül Millas’a cevap verince, Hocefendi’nin gazetesinde istihdam edilen bir yaratık aniden paçalarıma dalıverdi.
Türkiye’den tüydükten sonra “Şerefsizlerin vatanından kaçtım” diyen PKK’lı şarkıcıyla röportaj yaparak onu onurlandırmaya çalışan ve Etyen Mahçupyan ermenisiyle Herkül Millas rumunun yedeğine verildiği anlaşılan bu yaratık; herhâlde Millas’a verdiğim cevaba içerlemiş olacak ki, “Türk olmak Tanrı’nın lütfu mudur?” diye soruyor.
Efendim zâten biz 40 yıldan beri bunu ilân ediyoruz.
Türk olmak, Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olduğu gibi şahsen benim için de yegâne iftihar kaynağıdır.
Anlaşıldı mı?
(*) Biz “çadır bocusu” diyoruz, İstanbul’da fino diyorlar.”




“Şarapevi”ne ağlamaktan şehitleri göremediler

Hiç kuşku yok ki Tanrı ona büyük bir yetenek bahşetmişti; müzik tarihinde gelmiş geçmiş en iyi yorumculardan biri olarak anılacağı muhakkak...
Ve bir alkolik...
Ve uyuşturucu müptelası...
Ve ayakta durmayı dahi beceremez hale gelen, yerlerde sürünen bir zavallı...
Ve bir pejmurde...
Amy Winehouse’u, oraya buraya yıkılırken, küfrederken, garip el kol hareketleri yaparken, her geçen gün insan kılığından biraz daha çıkarken, velhasıl genç yaşta yakaladığı şöhretin altında ezilirken biraz daha fotoğraflayamayacağı için pek yaslı medya şu günlerde... Ne malzemeydi ama; kaydı gitti ellerinden!
Ben izlemedim, izleyen bir tanıdığım anlattı... “Mardin’de üç şehit” haberinin duyulduğu saatlerde NTV, “Amy’ye ağlayan Yekta Kopan programı”nın tekrarını veriyormuş. Şehitleri de alt yazıyla duyurmuş izleyicisine. Alttan geçen incecik bir bant; “Mardin’deki PKK saldırısında üç asker şehit oldu”; ve üstünde Kopan’ın Amy’ye ağıtları... Gencecikmiş de, en güzel zamanında gitmiş de...
Ya vatan uğruna şehit olan evlatlarımız; onlar gencecik değil miydi? Onlar “övgü”yü, İngilizler’in “şarapevi” kadar bile hak etmedi mi? NTV, en azından zaten tekrar olan yayınını kesip veremez miydi şehitlerimizin haberini?




Her şeyi niçin bana maletmek istiyorsunuz?

İnsanlar yükselmeye görsün.. Her birinin çevresinde kalın bir yağcı ve yalaka tabakası birikir... “Ona dokunmak ibadettir” gibisinden pek çok iltifat sıralanır. Tabii Atatürk’ün çevresinde de böyle birikme olmuş. Örneğin sık sık “Büyük Atatürk” dermiş karşısına geçenler.
Kılıç Ali’nin anlattığına göre Atatürk
böylelerine:
- İsmime böyle riyakâr kelimeleri karıştırmayınız, diye tepki gösterirmiş...
Bir gezide hatipler kendisini sırayla övünce sözü almış Ata, şöyle konuşmuş:
- Söz alan arkadaşlarımız şahsıma teveccühlerde bulunmak nezaketini gösterdiler. Mütehassis ve müteşekkirim. Yalnız sizden olan bir şahsa sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi onun şahsiyetinde toplamak elbette layık değildir, elbette lazım değildir. ... Vatanınızda herhangi bir şahsı istediğiniz gibi sevebilirsiniz. Kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi milli varlığınızı, bütün muhabbetlerinize rağmen, herhangi bir şahsa vermeye saik olmalıdır.
Atatürk bir başka fırsatta da şunları söylüyor:
- Her şeyi niçin bana maletmek istiyorsunuz? Ben bir eser vücuda getirdimse milletimin kudret ve kuvvetine ve ondan aldığım ilhama dayanarak yaptım. Sizleri konuşturdum, sizleri koşturdum yaptım.
Not: Yukardaki satırlar Ahmet Köklügiller’in kısa süre önce piyasaya çıkan “Anılarda Yaşayan Atatürk” adlı kitabından alındı. IQ Yayınları...
Melih Aşık / Milliyet




Yıldızlar yağıyor kara toprağa!..

Necdet Sevinç’in vefat haberini aldıktan sonra dış dünyayla bağlantımı koparma ihtiyacı duydum bir süre... Aynı gün Ali İhsan Göğüş de vefat etmiş meğer. O da Gaziantep’liydi... Geçen yıl bir röportaj vesilesiyle tanışmıştık ilk defa... “Kalp kalbe karşı” derler ya, bizim birbirimizi bulma hikayemiz de biraz öyle aslında. Ben Altemur Kılıç aracılığıyla yana yakıla onu ararken o da bir yazımdan dolayı beni arıyormuş. Ben ona telefon etmeye hazırlanırken, telefonum çaldı; Ali İhsan Bey!
“İnanmayacaksınız ama sizi aramak üzereydim...” dedim; “Röportaj için...”
İkiletmedi, “Memnun olurum” dedi. Levent’teki evinde, ikram ettiği enfes kahveler eşliğinde, saatlerce konuştuk Türkiye’nin yakın siyasi tarihini. Uzun yıllar İsmet İnönü’nün en yakınındaki siyasetçilerden biri olduğundan, ünlü Johnson mektubundan, 12 Mart muhtırasına bir çok “dönüm noktası”nın yakın şahidiydi...
O günden vefatına kadar geçen kısacık zamanda, kimbilir kaç defa görüştük telefonda. Rahatsızlığa rağmen ülke ve dünya gündemini yakından takip etmesi her seferinde şaşırtmıştır beni. Ha bir de “herşeye rağmen” umudunu kaybetmemesi Cumhuriyet’in yarınına dair... Ne güçlü bir inançtı o öyle!
Çoğu zaman, heyecanla “Bir kızım var ama sana da kızım diyebilir miyim” diyerek arardı. Bazen yazdığım bir tek cümle veya andığım isim vesile olurdu bu coşkulu konuşmalara. Ven ben, Ali İhsan Bey’le her konuşmamdan sonra doping almış gibi hissederdim kendimi. Ne severdi gençleri yüreklendirmeyi...
Allah rahmet eylesin...
Ruhu şad, mekanı cennet olsun...




Uslu’nun tehdidi bumerang oldu

Taraf’ın eski komiser yeni öğretim elemanı yazarı Emrullah Uslu, “Başıma bir şey gelirse sorumlusu Akşam gazetesi ve İsmail Küçükkaya’dır” demiş...
“Bu sözler bana bir yerden tanıdık geliyor ama nerden” diye düşünürken hatırladım. Sadece üç ay önce Özgür Mumcu, Radikal gazetesindeki köşesinde ne yazmıştı biliyor musunuz...
Aynen şunları:
“Taraf’ın Polis Akademisi mezunu yazarı Emre Uslu’nun hangi sebeplerle Ahmet Şık’ın tüm notları sahiplendiğini yazdığını sordum... Yazıdan sonra Uslu, Twitter’da kendisinden özür dilemem gerektiğini, yoksa sokağa çıkamaz olacağımı(...)yazdı.
Sonra da Taraf gazetesindeki köşesinden cevaben bir şeyler yazdı. Yazıyı okuyunca temel mantık ve hukuk bilgisine sahip olmayan bu kişinin üniversitedeki öğrencilerine kolaylıklar dilemek dışında elden bir şey gelmiyor...
Sokakta başıma bir iş gelirse, “Sokağa çıkamaz hale gelir” diyen Emre Uslu’yu hatırlayacağım. Siz de hatırlayın.”
Şimdi kimse sana sormaz mı;
Kendine yapılmasından rahatsızlık duyduğun, ortalığı velveleye verdiğin şeyi, başkasına neden yapıyorsun Emrullah! Bak sonunda, tehdit bumerang oldu ve Mumcu’nun cümleleriyle isyana sürükledi seni...




Ne diyorsun arkadaşım

Bülent Arınç’tan sonra RTÜK Başkanı da sanki kendisinin bu konuda konuşması şartmış gibi Zahid Akman için konuşurken “haksızlığa uğradıklarını” söyledi. Üstelik bu konuşmalar başında oldukları kurumu da bağlıyor.. RTÜK Başkanı nereden bildi onların haksızlığa uğradığını, davadan karar çıktı mı? Yaptığı “yargı sürecinde, kurumu da alet ederek davayı etkilemek” değil midir? Birilerinin ona da “sen ne diyorsun arkadaş” uyarısı yapması gerekmez mi?
Ruhat Mengi / Vatan




Özel harekâtçı sayısı üç katına çıkarılacak, polisler ağır silahlarla donatılacakmış. Bu kararda terörle mücadele bahanesiyle TSK’ya alternatif yeni bir ordu kuruluyor havası kokmuyor mu?
Haldun / Ertem

Yazarın Diğer Yazıları