Gençliğe Hitabe suç olur mu

Türk bayrağını, Atatürk posterini, Cumhuriyeti koruma ve kollamayı, teslimiyete “dur” deme hakkını müebbetlik ilan edenler için cevabı belli. Ya siz ne diyorsunuz?

20 Ekim 1927’de “Milleti ve gelecekteki evlâtları için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktaları belirtmeyi” hedeflediği Büyük Nutku’nu bitirirken, “Millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu” uzun uzun anlattıktan sonra essas olanı iki paragrafla özetlemişti.


82 yıl önce gördü
Emperyalizm günlük bir siyaset biçimi değildi. Bu nedenle ‘gelecekte’ de bizi bağımsızlığımızdan mahrum etmek isteyecek iç ve dış düşmanlarımız olacaktı.
Bunlar; mesela ABD gibi benzersiz zorbalıkların timsali olabilirlerdi. Propaganda elemanları aracılığıyla devleştirilebilirler, yenilmez, yıkılmaz, bileği bükülmezmiş gibi tanıtılabilirler, boyun eğmekten başka çaremizin kalmadığına inandırmaya çalışabilirlerdi. Sanabilirdik ki onların menfaat bekçisi olmazsak tükeniriz.
Kadrolaşma ile, pişkinlik ve pervasızlık ile, bir gece ansızın çıkarılan yasalarla, en büyük denetim mekanizmasının “noter”e dönüşümüyle devletin kurumları zorla ve hile ile teslim alınabilirdi.


Varlığımız peşkeş çekildi
Cumhuriyetin ilk yıllarında “milli ekonomi” politikasıyla açılmış ne kadar kurum varsa, ‘özelleştirme’ adı altında, yok pahasına yabancılara peşkeş çekilebilirdi. Topraklar İsrailliler’e, bankalar Yunanlılar’a, en kârlı kamu kurumlar Lübnanlılar’a, İngilizler’e satılabilirdi. Tüpraş giderdi, Telekom giderdi, Erdemir, OYAK giderdi, Galataport giderdi; yerli sermaye arkasına baka baka dükkanına döner, efendice, hiç öyle Başbakanlık bahçesine yazar kasa filan fırlatmadan kepenk indirirdi.
Yetkilerine, toplumun üzerindeki güven verici etkisine, silahına el konulan asker, “benim gümrük memurum”dan farksız hale getirilebilir, asli görevinden, bölünmez bütünlüğümüzün garantör makamından terhis edilebilirdi.
İktidara sahip olanlar açılımları ve yol haritaları ile gaflet, sapkınlık ve hatta ihanet içinde olabilirlerdi. “Model ortakları” tarafından nasıl tepelendiklerinin farkında olmadan veya bundan Ahmet Altan’ca bir zevk alarak, kendi insanına zulmü reva görebilir, “ne de güzel tepeledik” diye göbek atabilirlerdi.
Onlar tahta çııksındı da, varsın II. Cumhuriyet de manda olsundu; yedi yıldızlı otellerin, dolar ve euro buharlaştırmanın tadını almışlardı bir kere; sonra çok “ulvi” maskeleri vardı. “Güzel şeyler” olacaktı. Kişisel çıkarlarını işgalcilerin amaçlarıyla birleştirebilirlerdi pekala. Bu şartlar içinde de millet, iradesini bir kilo bulgura kiralayacak kadar düşebilirdi.


Vasiyeti: Milli direniş
Bugün birilerinin “ayyaş ve aciz” göstermek için kitle iletişiminin bütün araçlarını harekete geçirdiği Atatürk, bütün bunların olabileceğini / olacağını tam 82 yıl önce söylemişti bize. Ve bu koşullara rağmen, bir an bile tereddüt etmeden, ‘bir görev’e atılmamızı vasiyet etmişti.
Neydi o görev? Büstlerini yapmak, heykellerini dikmek, resimlerini asmak mı? O’nun beklentisi dehasının “betonlaştırılması”, yüz yıl sonrasına hitap eden uyarılarının “asılması” olabilir miydi? Öyleyse, “Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir” deme ihtiyacı duydu?
Semboller elbette önemli. Hatta o kadar ki, bugün toplumu iki ayrı kampa bölerek çatıştırma politikası da semboller üzerinden yürütülüyor.
Ancak ya o sembollerin temsil ettiği değerler çoktan törpülenmişse, yani sembollerin sembolize ettiği manadan eser kalmamışsa... Milli mücadele büste sürtünen inekle uğraşmaya indirgenmişken, ideallerimize sürtünenler karşısında halimiz, eh işte, ancak Damat Ferit’ten hallice ise...


Kanınıza dokunsa...
Kimsenin kanına dokunmasın bu yazılanlar. Çünkü azıcık ‘dokunduran’ı öteki ilan ederken, damarlarımıza şırınga edilen ‘uyuşturucu’yu farketmedik biz...
Farketseydik; 82 yıl boyunca “asırlardan beri çekilen millî felâketlerin yarattığı uyanıklığın eseri” olan Cumhuriyet’i korumaya and içmiş bir toplum olarak, eşkıya Başbakanımızı kafasını kesmekle tehdit ediyor olmazdı... “Ne Mutlu Türk’üm diyene” demek ‘marjinal bir grup tavrı’na dönüşmezdi. Kanla sulanan vatan toprağım, zehirli tohumlarla beslenmezdi... Binlerce evlat kurban ettik, şimdi İmralı Canisi’nin cezaevinden çıkmasından bahsedilmesini ‘olağan’ saymazdık... Sınırlarınız çiziliyor olmazdı yeni baştan... Hepsinden daha elim ve daha vahim olmaz üzere; sessizliğe gömümezdik.
Her bir hecesinin üzerine basa basa diyoruz; Vatan elden gidiyor. Ve aptal kutusu karşısında çekirdek çitlemek, yan gelip yatmak, ‘karnım tok sırtım pek’e kanmak teferruat değil. O kadar vicdan yoksunu ki iktidar, kurtuluş ‘bana dokunmayın yılan bin yıl yaşasın’da.
Hani kırmızı-beyaz çiçek tarlasına dönen meydanlar? Hani “Çıktık açık alınla...” diye başlayan marşlar? Olay buydu; öyle korkun, öyle sinin ki Cumhuriyet’e savaş açanları izlemekten fazlasına kalmasın cesaretiniz. Oysa betona, çamura, kağıda hapsedip, yaşama hakkını elinden aldığınız Atatürk ideali de idama mahkum edilmişti. Vazgeçip, köşesine çekilseydi, bugün o AKP’li milletvekilinin dediği gibi TSK “sembolik kılıç alayları” yapan bir tören kıtasından ibaret olurdu. Tahta çıkarılan da “sembolik padişah”. Vatansa vatan, devletse devlet, milletse millet, cansa can, malsa mal, namus saydığınız ne varsa çekip alıyorlar elinizden. Uyanman için daha ne olsun ey ihli vatan? Gençliğe Hitabe’yi de suç mu saysınlar?
Uzun sürmez, baksanıza güzel şeyler olacakmış yine. Üç ‘dalga’ boyu sonra o da olur özetle!


Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
Mustafa Kemal Atatürk


++++++

Arada bir bölgedeki muhabirlerinle görüş
İsmet Berkan ‘Kürtlerin uğradığı hukuki eşitsizlikler temalı yazsısı’na “Birinin PKK’lı olması cinayete kurban gitmesini meşrulaştırır mı?” incisinden sonra şöyle devam etmiş:
“Zevk için bir gün 21 plakalı bir otomobil kiralayın ve bu otomobille mesela İzmir-İstanbul arasında bir yolculuk yapın. Bakın bakalım, sizin için sıradan, hatta gereksiz bir külfet olan bu yolculuk, plakanızda yazılı 21 rakamı sayesinde nasıl bir işkenceye dönüşecek, yolda kaç kez polis tarafından durdurulacaksınız, her bir durdurma kaç dakika sürecek, kaç kez kimlikleriniz teker teker telsizle merkeze okunacak ve ‘GBT’nize bakılacak...
Unutmadan söyleyeyim: 21 Diyarbakır’ın plakası. Bu şehre gittiğinizde şehirde 21’den çok 34 ve 06 plakalı araç görürsünüz, şaşırmayın. Bu ayrımcılığa alışkın olan Diyarbakırlılar, çareyi plakalarını değiştirmekte bulmuşlar.”
Bu örnekteki gibi cevaplar çoğu kez ‘soru/sorun’un içinde saklıdır.
Bunca yıldır “gazetecilik” yapan, tecrübesini Genel Yayın Yönetmenliği yapmaya yeter gören Berkan kendisi gitmediyse, Doğu ve Güneydoğu’daki muhabirlerinden de mi bilgi almadı bugüne kadar?
PKK Güneydoğu Anadolu’dan Türkiye’ye sokulan eroinden kar elde etmiyor mu?
Balkonda sivri biber yetiştirir gibi evlerinde hint keneviri
yetiştiren insanlardan söz ediyoruz.
Polis veya jandarma aramasına takılmamak için 34 veya 06 plakasını kalkan yapmalarının nedeni, tatil bavulu değil de eroin taşımaları olmasın sakın!..

++++++


Aytaç’ın prezervatifi Günay mı?
“Dolara yakınlığı İçişleri Bakanı’na olan yakınlığından çok daha fazla olan bu ‘Semiz Kuş’, ‘randevuevlerinin’ güvenliği konusundaki uzmanlığını, ‘fuhuş sektöründen’ ve ‘borsa manipülasyonundan’ haksız kazanç elde eden Emniyetçileri bir yolunu bulup terfi ettirme konusundaki ekstra ihtisas sahibi bilgeliğiyle harmanlayarak ‘özel güvenlikten köşe olmakla’ da perçinledi.
(...) Batıdaki bir ilden Ankara’ya üç yıl önce geçici görevlendirme ile getirilen ve özel güvenlik konusu hangi daire başkanlığında ise orada çalıştırılan ve şark tayini sürekli ertelenen, kendi devreleri emniyet amiriyken, kendisi kötü sicilinden dolayı hala komiserlikte kalan, organize suç örgütlerine yardım etmekten onlarca ceza alan, pek çok soruşturması devam eden ve Ankara gece hayatının vukuatlı, masalarda sızan ve bıçkın bir müdavimi olması rağmen parası hiç bitmeyen bu kişinin, prezervatifliğini (koruyuculuğunu) ‘Semiz Kuş’un yaptığını, ne Başbakan, ne de İçişleri Bakanı biliyordur değil mi?”
Diyelim ki gazete okumuyorsunuz, televizyon izlemiyorsunuz, zapt edilmemiş son birkaç kaleden olan memleketi kurtarma operasyonlarının merkez üssü kahvehanelere hanidir uğramadınız... Gündemle ne ilginiz, ne de oldu-bittiye getirilenlere dair bilginiz var. Yukarıda tırnak içinde verdiğimiz satırları isimlerden, olaylardan, hal ve gidişten yalıtılmış olarak okudunuzda dahi ne görürüsünüz?
Jurnalcilik mi? Hedef gösterme mi? İntikam hissi mi? Hakaret mi? Seviyesizik mi? Ucuzluk mu? Hadsizlik mi? Tehdit mi? Yaranma mı? Yönlendirme mi? Aba altından sopa gösterme mi? Hepsi birden mi?
Cevaplarınızı; mutlaka bekliyorum. Çünkü istesek de, istemesek de hepimiz bir şekilde muhatabıyız bu sınır tanımazlığın. Görev ve yetkilerini yatak odalarımıza kadar genişlettiler biliyorsunuz. Satırların yazarı da o yetki alanı genişlerden... Polis Akademisi Öğretim üyesi, Kültür Bakanlığı Danışmanı, Taraf köşe yazarı, TESEV raportorü, gedikli televizyon yorumcusu.
Bu geniş yetkli bay her fırsatta ne kadar ‘eğitimli’ olduğundan söz ediyor. Ama anladığım kadarıyla fikir yerine kin biriktirmiş bunca zaman..
Marks “insanın yarattığı her şey” diyor “kültür” için. Bizim ‘toplumal değerler’ algılamamız dışında çok geniş bir yelpazesi vardır kültürün. “Mantarı” bile var anlayın işte!
Nefretin de kültürü olur, kinin de... İşkencenin de kültürü vardır; mesela çağdan çağa, milletten millete farklılık gösterir.
Voltaire’in tanımı daha ilginç: “Aklın zihnin bazı fakültelerinin amaca eşverişli düşünsel çalışma ve pratiklerle geliştirilmesi...”

Ne danışabilirsiniz?
Bu geniş yetkili bayın aklının “bazı fakülteleri”, amaca elverişli alan yaratmak için “şartları olgunlaştırma kültürü” üzerine pratik yapıyor olabilir pekala... Kavramı görüldüğü üzere “çevir kazı yanmasın” durumu oluşturmaya müsait... Müsait müsait olmasına da, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kültür Bakanlığı “kültür”ün hangi boyutunu temsil ediyor?
Kültür Bakanlığı’nın varlık nedeni nefret, kin, intikam duygularından beslenen, kendisi komşunun kümesinden çıkmadığı halde kendi tavuğuna kışt dendiğinde jurnalciliğe başvuran yeni bir toplum modeli oluşturmak mı?
İçişleri Bakanı’na “bu adam doları sizden çok sever”, Başbakan’a “Ergenekoncularla kankadır” diyerek gözdağı verir gibi Aytaç. Ne uğruna biliyor musunuz? 1. Eski ortağı Emre kod adlı komiser yazar “güven ve saygınlığı zedelediği” gerekçesiyle terfi cezası aldı diye. 2. Yeni kuluçka merkezi olacağı umuduyla, ellerini ovuşturarak bekledikleri Terör ve Güvenlik Müsteşarlığı’nda horozlarını öttürmelerine engel olunur diye.
Geniş yetkili bay “verdiği bilgiler(!)”i bulunduğu makamı kullanarak telekulaklar ve telegözlerin verileri ışığında mı topladı bilmiyorum. Bildiğim bir insanın meslek hayatını, özel yaşantısını hedef alıp mevki ve konumuna adeta şantaj aracı olarak kullandıktan sonra yazdığı şu satırların ne denli aciz olduğunu ortaya koyduğu: “Değil herhangi bir soruşturma geçirmek, yolda yürürken ayağım bir taşa takılıp yere bile düşsem, sorumlusu ‘Semiz Kuş’tur...”
Önder Aytaç kendisi insanları “prezervatif” olarak tanımladığı için, bu üslubu mecburen tekrarlıyorum: Bu satırlar kendi başını sokacak bir prezarvatif bulma çabası mı? Tecrübeme dayanarak ‘tehdit kültürü’ uzmanı olduğunu düşündüğüm Aytaç, bütün sınır tanımazlığına rağmen Kültür Bakanlığı bünyesinde korunduğuna göre, Aytaç’ın prezervatifi de Kültür Bakanı Ertuğrul Günay mı?
Yap, et sonra da karşındakinin savunma hakkını peşinen ‘suç’ olarak ilan ve ihbar et. Ne bunun adı? Vur kaç mı?Kültürümüz de, güvenliğimiz de böylelerine emanetse; yanmışız bir kalem...


++++++

MİNİ YORUM
Saltanat özlemi

AKP Konya milletvekili Mustafa Kabaklı TSK’yı dünyaya tanıtmak için askerlere yeniçeri kıyafetleri giydirip cülus töreni, kılıç alayı, cuma selamlığı gibi sembolik törenler yapılmasını öneriyormuş. Bahsi geçen ritüellerin tümü “padişahlık makamı”yla alakalı. O halde Türkiye Cumhuriyeti’nin saltanatla idaresini mi istiyor AKP’li vekil? Bu durumda Cumhurbaşkanı Gül’e padişahlık, Başbakan Erdoğan’a da sadrazamlık yolu mu gözüküyor?

Yazarın Diğer Yazıları