Ekonomimizdeki düğümler
Hepinizin 19 Mayıs Bayramı’nı gönülden kutlarım. 1683, 2.Viyana kuşatmamızdan, Çanakkale Savaşına kadar geçen dönemde Türk-İslâm Medeniyeti şuuru ile dirilttiğimiz, vatan kıldığımız coğrafyaları parça parça kaybettik. Çanakkale Savaşları denizde ve karada Türk’ün ayağa kalkışı olmuştur. Yaradan’ın, Çanakkale’de ateş denizinde karakterini yoğurduğu kadrolar, Kurtuluş Savaşımızı başarmıştır. Mustafa Kemal, Samsun’a çıkarken, sade yurdumuzu işgal eden düşmanları defetmek için değil aynı zamanda (doğru dil, doğru tarih, doğru dinin) aydınlığında yeniden bir büyük devlet kurma kararlılığı içindeydi. Bu günün Gençlik ve Spor Bayramı olarak kabulü ise, ülke gençliğini milli bağımsızlık ve kalkınma konularında diri bir şuur sahibi kılmak içindir.
Geçen haftaki yazımda “Ekonominin Röntgeni” diyerek iktisadi hayatımızla ilgili yanlışları yazmıştım. Bu haftada; “Ekonomimizde Çözülmesi Gereken Düğümler” e başlayacağım. Hiç şüphesiz bu çok önemli konu bir makale hacmini aşacaktır. Ancak Dünya’yı sarsan ekonomik krizi temelden anlayabilmek için böyle bir anlayış elzemdir. Türkiye’nin çözmesi gereken 1. düğüm, ekonomiyi günü birlik yönetim anlayışından kurtarmaktır. Zaman ve kaynak kaybetmemizin sebebi planlı, programlı kalkınma anlayışını reddeden zihniyettir. Nitekim bu zihniyetle cari açık zirvelere çıkmıştır.
Avrupa Ekonomik Topluluğu, bütün propagandalara rağmen temelden sarsılıyor. Bünyesindeki devletler borç yüklerini çeviremiyor. Bir yıllık gayri safi milli hâsılası, toplam borcundan daha az olan ülke sayısı, her geçen gün artıyor. Avrupalı devletler hiçbir harcama yapmasa dahi bir yılda elde edecekleri gelir, borçlarını ödemeye yetmiyor. Yunanistan ve İspanya’da, devletin borçlarını çevrilebilir hale getirmek çok zor görünüyor. Ancak, Avrupalı devletlerde özel sektörün durumu devletin tam tersidir. Bilindiği gibi Avrupalıların son 600 senede acımasızca sömürdükleri Dünya’dan, gasp ettikleri servet, özel sektörü ayakta tutmaya devam ediyor. Kendi ülkelerinde güven bulmayan kapitalist sermaye, yeni servet sömürüleri peşinde, gelişmekte olan devletlere gidiyor. Bu ülkelerde kültür emperyalizmi ile beyinleri yıkanmış aydınlar ve yöneticiler yabancı sermayenin hizmetinde olmakla kimlik buluyor. Türkiye’ye bakarsak devletin borcu 1 yıllık GSMH’mızın (bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin toplam değerine Gayri Safi Milli Hâsıla diyoruz) yarısından daha azdır. Ancak özel sektör için durum farklıdır. Türkiye’nin 2011 yılı sonu itibari ile 307 milyar dolar olan dış borcunun 203 milyar doları (yani üçte ikisi) özel sektöre aittir. Son 10 yılda devletin dış borcu %20 artarken, özel sektörün dış borcu % 371 artmıştır.
Bu, tarihten kaynaklanan bir gerçektir. Osmanlı hiçbir zaman sömürücü olmadı. Araştırmaların ortaya koyduğu belgeler; Yugoslavya’daki hâkimiyet asırlarımızda aldığımız verginin iki katı yatırımı bu topraklara bırakmış olmamızdır. Osmanlı kâğıt üzerinde İmparatorluk, gerçekte ise Devlet-i aliyye’dir. Bu sebeple bizde emperyalizme dayalı sermaye birikimi yoktur, aksine vermek vardır.
Cumhuriyet; Trablus, Balkan, 1.Cihan Harbi ve Kurtuluş Savaşının; bütün birikimlerini tükettiği çilekeş bir halkın eseridir. Genç devletimiz emperyalist oyunlarla petrol kaynaklarından mahrum olarak kurulmuştur. Öncelikle Osmanlı devrinin borçları ödenmiştir. Türkiye’de sermaye birikimi Amerika’nın keşfinden sonra Avrupa’ya gelen altın ve gümüş sebebiyle çok zayıf düşmüştür. Fernand Braudel’in 25 yıl süren arşiv çalışmalarıyla ortaya koyduğu gerçekleri unutmamak zorundayız.(Fernand Braudel, La Medıterranee Et Le Monde Medıterraneen) Biz asırların sermaye yetersizliğine mahkûm ettiği bir ülkeyiz. Karşısında bulunduğumuz acı gerçek şudur: Ülkemizde ekonomik faaliyetin bütün unsurları borçlanmadan, kredi bulmadan çalışamaz, büyüyemez.
2011 yılının ilk çeyreğinde cari açık 21,6 milyar dolarken, 2012’in ilk çeyreğinde 16,1 milyar dolar olması, başarı olarak sunuluyor. Hâlbuki önemli olan 16 milyar doların ne ile finanse edildiği, paranın nereden geldiğidir. Bu paranın 6 milyar doları kredi olarak sağlanan dövizdir ve yukarıda ifade ettiğim döviz borcunun hızla arttığını gösteriyor. 5 milyar doları ise kapitalist sermayenin fazlası olan fonların yüksek getiri elde etmek için Türkiye’ye aktardıkları ve her an geri dönmeye hazır paradır. Kalanı ise muhtemelen kayıt dışıdır. Cari açığın düşmesini üretim ve ihracat artışıyla değil ihracattan daha hızlı artan ithalatın finansmanı için dövizle borçlanarak karşılıyoruz. Uygulanan ekonomi politikasının en büyük yanlışı budur. İşte çözülmeyi bekleyen düğüm buradadır.