Dünya, yeni düzen istiyor
2008 ve 2009’da ABD ve Avrupa Birliği’nde yaşanan finansal kriz, küreselleşmeye karşı dünyada zaten oluşmuş şüpheleri artırdı. Avrupa borç krizi de işin tuzu biberi oldu.
Küreselleşme sürecinde dünya para ve sermaye piyasaları spekülatif bir yapı kazandı. Kısa vadeli sermaye hareketleri... Hedge fonlar, ekonomilerde kırılganlığı artırdı... Yetmedi, spekülatörler iktisat politikalarını etkiledi... Aynı spekülatörler, Soros örneğinde olduğu gibi, bizim gibi ülkelerde siyaseti de dizayn ettiler.
Para ve sermaye piyasalarında oluşan balonları ve spekülatif yapıyı kalıcı olarak çözmek imkanı olmadığı için, bunlara yapılan devlet desteği yalnızca krizlerin ömrünü uzattı. Bu sektörler kırılgan yapılarını sürdürüyor.
Kaldı ki küreselleşme, dünyada fakir zengin farkını artırdı... Hem ülkeler arasında, hem de aynı ülke içinde bu fark arttı. Sosyal sorunlar, anarşi ve terör tırmandı.
O kadar ki aslında küreselleşme misyonunu yürüten Uluslararası Para Fonu (IMF), küreselleşmenin fakir ülkelerin işine yaradığına dair hiçbir işaret bulunmadığını açıkladı. IMF’nin yayınladığı raporda finansal entegrasyonun, gelişmekte olan ülkelerde ekonomik büyümeyi desteklediğini gösteren bir kanıt olmadığı belirtildi. Tarihte yaşanan ekonomik krizler sonrası, hakim iktisadi yaklaşıma her zaman tepki oluşmuştur.
Söz gelimi, klasik iktisat teorisi, ‘1929 Bunalımı’ olarak tarihe geçen ve kapitalizmin en uzun süre yaşadığı krizi açıklamada ve krizden çıkışta yetersiz kalmıştır. İşte böyle bir dönemde tepki olarak Keynes düşünce sistemi ortaya çıkmış ve bu bunalımı açıklamıştır. Bu düşünce sistemi aynı zamanda ‘1929 Bunalımı’nın yarattığı çöküntüyü düzeltmek amaçlı kuramsal temelli ve sağlam iktisat politikalarını da ortaya koymuştur.
Klasiklerin ‘her arz kendi talebin yatır’ tezinin yerine Keynesgil İktisat “efektif talebin artırılmasını” ve bu yolla işsizliğin çözümünü öne çıkarmıştır.
2008-2009 krizinin ortaya koyduğu gerçekte, 1929 buhranına benziyor. Neo-klasik iktisat da bu krizi çözmeye yetmemiştir. Avrupa’da borç krizi devam ediyor. ABD’de ise devletin finansal desteği ile ertelenen krizin kırılganlığı devam ediyor. Bu nedenlerle “yeni bir dünya düzeni” için, ekonomik alanda tepkiler oluşmuştur.
Bu tepkiler siyasi alanda da ortaya çıkmıştır. Avrupa’da, sosyalist partiler iktidara gelmeye başlamıştır. Şu anda Avrupa’nın sekiz ülkesinde sosyalist partiler iktidardadır.
Bu partilerin ortak özelliği, küreselleşme sürecinin hakim iktisadi yaklaşımı olan neo-klasik politikalardan uzaklaşmalarıdır.
Fransa’da değişim sloganı çerçevesinde, yeni seçilen Hollande, kemer sıkma politikası yerine büyümeyi ön plana çıkaran bir yeni yaklaşım benimsemiştir. Yunanistan’da radikal sol lider, AB ve IMF kredi anlaşmasına son vermeyi önermiş ve kemer sıkma politikasını bırakacağını açıklamıştır.
Kriz ortamlarında, ekonomik anlamda ister istemez devletler savunmaya geçer ve kendi çıkarlarını maksimize edecek politikalar benimserler. Krizin maliyetini diğer ülkelere yüklemek için, söz gelimi dalgalı kur yerine kontrollü kur politikası gibi, ulusal politikalara dönerler. Yahut da AB borç krizinde olduğu gibi, maliyetleri diğer ülkelere aktarmak isterler. Özet olarak; ekonomide küreselleşme yerine ulusal politikaların öne çıkması bu nedenlerledir.