Dünya harbinde bir kahraman: Erzincanlı Oğuz amca

Bugün size, Erzincanlı Oğuz amcayı tanıtacağım... Oğuz amca, Birinci Dünya Savaşı’nda cephede kahramanlık gösteren binlerce Türk askerinden yalnızca biri...
Bu toprakları hangi şart altında ve hangi bedelleri ödeyerek muhafaza ettiğimizi zaman zaman hatırlatmakta ve hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyorum...
Çanakkale’de Kirte savaşında yaralanan elli küsur yaşındaki Oğuz amca, Erzincan’ın Kemah ilçesinin Oğuz köyündendi. Tedavisi bittikten sonra emrinde savaştığı 3. Tümenin Filistin cephesine geldiğini öğrenmiş ve tek başına yaptığı meşakkatli yolculuk sonrası bölüğüne katılmıştı.
O sıra da Oğuz amcanın bölük komutanı olan Fuad Bey (Gücüyener), daha sonra kaleme aldığı “Birinci Dünya Harbinde Tanıdığım Kahramanlar” isimli çalışmasında Oğuz amca ile yaşadığı hatıraları uzun uzun anlatır.
Bölüğüne katılan Oğuz amcayı geri hizmete vermek isteyen Fuad Bey’e Oğuz amca şu cevabı verir:
“Ben silahlı asker olmak, düşmanla göğüs göğse harbetmek isterim. Görmedin ki, bilesin. Senin gibi babayiğit üç oğlum vardı. İkisi Kafkaslarda şehit olmuş. Biriyle de Gelibolu hastanesinde yaralı yatarken karşılaştım. Yarası çok ağırdı onun. O da, orada şehit düştü. Ölüsünü kendi elimle gömdüm. Sizin biraz evvel yaptığınız gibi, hastanede saçıma başıma bakanlar, beni alıkoyup ayak hizmetlerinde kullanmayı çok istediler. Kim kalır. Şehit olan oğullarımın intikamını almak bana farz olmuştu. Taburcu olup hastaneden çıktıktan sonra araya sora buraya geldim işte!..
Artık derdimi anladıysan, anladın oğlum. Müsaade et, şimdi emir ver de silahlı olarak bir manganın neferi olayım.”
Bu sözlerden sonra Fuad Bey, Oğuz amcayı geri hizmete vermekten vazgeçer.
Mayıs 1916 başlarında Oğuz amca Fuad Bey’e gelerek:
“- İzin verseniz de, sizin ata binip şu düşman tarafını, bir de ben kolaçan etsem” teklifinde bulunur...
“- Ne yapacaksın bu sıcakta? Görüyorsun işte, her gün, tââ Katya’ya kadar keşfe gidip gelenler var. Geceyi bilmem ama gündüzleri oralarda düşmana dair ne bir eser, ne de bir iz varmış...”
O rica yoluyla teklifini tekrarlıyor. Ve nihâyet, yalvarıyor. Ben de kabul ediyorum.
Seyisim Balıkesirli Mustafa ile birlikte benim ata binip Katya’ya doğru, kum tepeleri arasında dalıp görünmez oluyorlar...
Bu hâl bir gün, iki gün, üç gün, böylece devam ediyor...
Dördüncü günü, güneş Mısır ufuklarında batarken beni hayrete düşüren bir hadise ile karşılaşıyorum.
Oğuz amca, yedi İngiliz esiri (biri zabitti) ve on iki beygirle çıka geliyor.
- Tek başına bu işi nasıl başardın?
Dediğim zaman, o gayet soğukkanlı:
- Hani Katya muharebesine giderken ayaklarımızın suya değdiği deremsi bir yer vardı ya?
- Evet.
- Biz oraya varır varmaz, solumuza düşen kum sırtlarından üzerimize ateş açmışlardı da, bizim tabur yoluna devam ederken ikinci tabur, o sırtları sarmıştı.
- Evet.
- Bana köyümde dağ kurdu derler beyim. Arkamda Mustafa, at üstünde yavaş yavaş, o dereye girdiğim zaman hiç şaşmadan saydım. Tam bir düzine at, lastikten yapılmış su yalaklarının önünde geviş getirip duruyorlardı.
- Evet.
- Bunların yanında nöbetçi olmadığı gibi, süvari filintaları (kısa mavzer tüfekleri) da eğerlerinde asılıydı. Fırsatı kaçırır mıyım hiç? Çabucak, Mustafa’yı attan indirdim. Zaten kuzu gibi sessiz ve yumuşak başlı olan bu hayvanları, yakınımızda, o derenin hemen solundaki ikinci bir kum deresine çektim.
- Sonra?
- Usul usul, sessizce, suyun bulunduğu derenin solundaki sırta, silahım elimde, atım yedeğimde olarak çıktım. Baktım ki ileride on iki düşman askeri var. Altısı bir ağaç altında konserve kutularını açmışlar, gülüşerek karınlarını doyuruyorlar. Altısı kâğıt oyununa dalmış. Bunu görüp de durmak olur mu? Fırsat, bu fırsat dedim. Bastım kurşunu!
- Sonra?
- Sonra ne olacak? Allah’a şükür, hiçbiri boşa gitmeyen beş kurşunla, on iki düşmandan beşini kuma yuvarlayıverdim. Kalanlar da, kurtulamayacaklarını anlayınca, ellerini kaldırıp teslim oldular. Onları önüme katıp gelirken Mustafa’ya, “Birülabd’e yaklaşıncaya kadar bizi görünmeden takip et!” Diye bağırdım. Eh, ne olur, ne olmaz. Onlar yedi kişi. Biz iki kişiyiz. Belki yolda, atların eğerlerinde asılı duran filintaları ele geçirirler de başımıza iş açarlar. Bunu da düşünmek lazım geldi.
- Âferin Oğuz amca! Artık için rahat etsin. Üç yerine beş olarak, hayır, on iki olarak, oğullarının intikamını aldın, demektir!... derken... O bana:
- Benim için, yaptığım bu iş, bir mesele teşkil etmez! diye cevap veriyor. Şehit olan oğullarımın her biri, bunların onuna değil, yüzüne bedeldi... Sağ kalırsam ve fırsat düşerse...
- Daha ne yapacaksın?
- Görürsünüz, daha pek çok oyun var onlara!.. Yeter ki, sağ kalayım ve fırsat düşsün!.. Henüz onlar, Türk’ün kendini aslan, atını ceylan, düşmanını tavşan bildiğini öğrenememişler!..
Pek hoşuma giden, gururla göğsümü kabartan Oğuz amcanın bu sözüne karşı sırtını okşayarak coşuyorum:
- Yaşaaa! Türk’ün büyük ceddi Karahan oğlu Oğuz Han dahi, bu zor şartlar içinde, ancak senin yaptığın kadarını yapardı... “ (*)
Sonucunda kaybettiğimiz, fakat Türk’ün her şart ve durumda düşmana asla boyun eğmeyeceğini fazlası ile ispat ettiğimiz bu savaşta şehit düşen kahraman ecdadımızı rahmet ve minnetle yâd ediyorum. Ruhları şâd olsun...
(*) Ş.Fuad Gücüyener, Birinci Dünya Harbinde Tanıdığım Kahramanlar

Yazarın Diğer Yazıları