Dış Türkler ve Mustafa Cemiloğlu’nun trajedisi!
1944’ün 18 Mayıs’ında, yani 67 yıl önce, Kırım Tatarları’nın ana vatanlarından binlerce kilometre uzağa sürgüne gönderildikleri facianın yıl dönümünü, nefretle kınamak ve özellikle dünya kamuoyuna hatırlatmak gerekiyor.
Ekrem Burak Şahin, Meryem Başkurt, Safiye Olgun, Türker Yüksel, Revan Mustafayev, Reşat Örnek ve Hale Kalkay’ın ayrı ayrı gönderdikleri ve aynı temayı işleyen mesajlarında trajedi aynen şöyle aktarılıyor:
“Soykırım amacı güden bu operasyonun bilançosu çok ağır oldu. Halkın yarısı ilk iki yıl içinde öldü, halkın kendi örf, âdet ve geleneklerini yaşaması, dilini konuşması ve yaşatması yasaklandı. Sürgünlerin değil Kırım’a dönmeleri, onlara vatanlarını hatırlatacak her türlü işaret dahi yasaktı. Kırım Tatarları tarihte hiç var olmamışçasına kitaplardan onlara dair her şey çıkarıldı. Kırım’da Kırım Tatarlarına ait hemen her eser yok edildi. Kırım’a dönme teşebbüsünde bulunan sayısız Kırım Tatarı da Sovyet döneminde çok ağır hapis cezalarına ve işkencelere maruz kaldılar.18 Mayıs 1944, insanlık tarihinin büyük facialarından birinin tarihidir.”
Cemiloğlu destanı
Gerçekten de, yarım asırlık sürgünün acı ve mahrumiyetleri ile yoğrulan Cemiloğlu’nun vatana dönüşünden seneler geçtiği halde, Kırım’ın bağımsızlığına kavuşamamasını bir “trajedi” olarak değerlendirmek icap ediyor.
Türkiye dışında ilk görüşmemizde Cemiloğlu’nun feryatları benliğimizden kopmuyor.
Tarih: 3 Haziran 1994. Yer: Ukrayna’nın başkenti Kiev. Kırım Türkleri’nin efsanevi lideri Mustafa Cemiloğlu, kelimelere basa basa konuşuyor: “Kırım’ı Rusların eline bırakmayın.”
Âdeta Türk milletine mesaj veriyor:
“Yanımızda 60 milyonluk bir Türkiye olduğunu görünce, özgürlüğe kavuşmamızın daha kolay olmasını bekliyorum.’’
Ne var ki, aradan bunca yıl geçmesine rağmen Kırım tam bağımsızlığına doğru yürüyemiyor.
Sadece nüfusumuz 72 milyonu aşıyor.
Kırım Tatar Meclisi’nin Başkanı Cemiloğlu’nun dediklerini o zaman Genel Yayın Yönetmenliği’ni deruhte ettiğimiz Yeni Günaydın gazetesinde okuyanlar belki de bu satırların hiçbirini şimdi hatırlamıyor:
“ Kırım bir zamanlar Türk devletiydi.
Ancak tarihi sebeplerden, ayrılmak zorunda kaldı. Sonra da vatanımızdan sürüldük.
Şimdi yine vatanımıza dönüyoruz. İnşallah yeniden beraber olacağız. Kırım’ın Türkiye’den uzakta bir ülke görünmesini istemiyorum. “
Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen Cemiloğlu beklentilerine ” cevap “ bile alamıyor.
Ne yazık ki, Türkiye’nin Kırım’a ilgisi, son yıllarda en “zayıf” dönemini yaşıyor.
Oysa, Cemiloğlu’nu “ Kırım Yarımadası, Kırım Tatarları’nın ve diğer Türklerin yaşadığı hür bir devlet olacak” beklentisi sarıyor benliğimizi.
Ne gariptir ki, Türk dünyası ile gerek diplomatik, gerek ekonomik ilişkilerimiz artık hızlanmıyor.
Aksine yavaşlıyor.
Kırımlılar, Çeçenler, Çerkezler gibi kendi kaderlerine bırakılan, tam bağımsızlıklılarına henüz kavuşamamış Türkleri, Özgür Türk Devleti’yle de, en üst düzeyden normal seviyeye kadar ilişkiler âdeta ” dondurulmuş “ gibi bir profil arz ediyor.
“Misak-ı Milli” nin içinde yer alan Kerkük’ün Kürtler’e kaptırılmasından sonra şimdi Irak’ın kuzeyinin de tamamen elden gitmesini hiçbir Türk içine sindiremiyor.
Durumun en “stratejik” yönü ise, Kıbrıs’tan “vazgeçilmesi” gözüküyor.
Kıbrıs’ı göz göre göre “peşkeş” çeken bir zihniyetin, bir ekibin, dış Türkler veya Türk devletleriyle “koordinasyon” dan bahsetmesi zaten mümkün görülmüyor.
Yüce Allah’tan rahmet
Faciayı hatırlatmaya büyük çaba harcayan, tebrik ve şükranlarımızı sunduğumuz, Kırımlı gençler mesajlarını duayla noktalıyorlar:
18 Mayıs 1944 sürgününün 67. yılı münasebetiyle biz Kırım Tatar gençleri olarak Vatan Kırım mücadelesi ve Türk Dünyası şehitlerine Allah’tan rahmet diliyoruz. Böyle vahşetlerin bir daha tekrarlanmaması için asla unutulmaması ve hepsinden önemlisi sürgünün tahribatını hâlâ yaşamaya devam eden ve tek başına muazzam bir var oluş mücadelesi veren bir Türk halkının yani Kırım Tatarlarının hatırlanmasını bekliyoruz.
Önce demokrasi!
Yaklaşan seçimle ilgili meydanlarda nutuk atmalar, vaad yağdırmalar bütün hızıyla devam ederken, “Bir lokma, bir hırka” tevekkülü içinde yaşantılarını sürdüren çoğu halk tabakalarının “derdi” gün geçtikçe çoğalıyor.
Üstelik daima ezilen, horlanan, haksızlığa uğrayan halkımızın çoğunluğu, canını vatanı uğruna seve seve vermeye hazır bulunuyor.
Kutsal ve milli değerlerin yoğurduğu, biçimlendirdiği ve neredeyse yönettiği bu büyük çoğunluk, ne yazık ki, iktidarların imkan ve nimetlerinden de tam yararlanamıyor.
Oysa yasalara en çabuk en fazla uyan, “nâçar” halkımız, köylümüz oluyor.
Nereden bakılırsa bakılsın, bir çelişkiler yumağı örüldükçe örülüyor.
Aslında Anadolu halkının öteden beri, sinema gibi, spor gibi, sigara gibi, çay gibi zevkleri ve keyifleri olduğu biliniyor.
Her ne kadar, son yıllarda televizyon her şeyin önüne geçtiyse de, çay ve sigara içimi yerinde sayıyordu.
“Sigara içme yasağı” na da yine en fazla halkımız uyuyor.
Böylece hem sağlığını hem parasını koruyor. Bir yerde, fedakârlığı yine halkımız yerine getiriyor.
Mehmet Barlas’ın yakın geçmişte sorduğu “Türkiye Cumhuriyeti’nin halkını oluşturan 70 milyonu aşkın insanın bir bölümünü ’şeriatçı’ diğer bölümünü de ’darbeci’ olarak görmek hangi akla sığar” görüşünü enine boyuna incelemek ve üzerinde hassasiyetle durmak gerekiyor.
Gerçekten de, halkımızın büyük çoğunluğu ne “şeriatçı” ne de “darbeci” bulunuyor.
Üstelik, bu iki yakıştırmadan da çok uzak duruluyor.
Kültürel değerlerine önem veren, milliyetçi, vatanını seven bir halk profili nedense bazılarını korkutuyor.
Gerçekten de “demokratik çekişme” yerini “seçkin grupların” veya “anlaşmış cemaatlerin” hesaplaşmasına bırakırsa, işte o zaman “endişe” hâkim oluyor.
Burada son gelişmeler “konu” edilmiyor. Ne var ki, son ve şok gelişmelerin başlangıcı ne yazık ki, “iç hesaplaşmalar”ı etkiliyor.
Nereden bakılırsa bakılsın, demokratik bir rejimde, hukukun üstünlüğü sürecini “iç hesaplaşmalar” ın sigortası olarak kabullenmemiz “ağırlıklı” önem taşıyor.
Mesleğin onuru
Medya dünyasında, özellikle yazılı basında çoğu kez, çelişkili görüş ve savunmalar görülebiliyor.
Tabii ki, ayrı ayrı gözlüklerin, mantalitelerin yorumları ve değerlendirmelerinin aynı olması beklenmiyor.
Ne var ki, bazı olaylar ve gelişmeler, sanki “matematiksel” değerler taşıyor.
Yani belirli işlemleri keyfe göre yapmak, “yanlış” sonuçlar çıkarıyor.
Çıkan “yanlış” sonuçların etkileri ise, güncel tahribatını yaparken, yıllarca da etkisini sürdürüyor.
Güncel haberler unutulup kurgu yazılar baş tacı edilirken, bundan en çok okuyucu ve ülkemiz zarar görüyor.
Türkiye kaybediyor
Çoğu yanlış istihbarat, bilgisizlik veya art niyet yüzünden, görüşler ve yorumlar birbirini âdeta yalanlıyor.
Özellikle basında yer alan haber ve yorumların çoğu “yanlı” görüşleri kapsıyor.
Gerek birey, gerek basın ve gerek devlet olarak ne kadar “acı” olsa da, “tatlı” olsa da, gerçekleri “olduğu gibi” kabullenmek, fakat bundan “ders” çıkarmak erdemliliği çağrıştırıyor.
Unutmamalıdır ki, her şeyden önce, gazetecilik “objektiflik” istiyor.
Sonra, “fıkra” daha doğrusu “yorum” ile “haber” i de birbirine karıştırmamak, önde gelen kurallar arasında yer alıyor.
Gerçekten de, gazeteciye düşen görev, olayları, gelişmeleri “olduğu gibi” aktarmaktan öteye gitmiyor.
Bu arada, bilinen, daha önce dile getirilen ve çoğu resmen doğrulanmayan bilgileri “temcit pilavı” gibi ısıtıp ısıtıp gazeteye taşımanın “meslek” ve “okuyucu” platformunda hiçbir “müspet” etkisi olmadığı da, defaatle ispatlanmış bulunuyor.
Nereden bakılırsa bakılsın, eskimeyen bir deyimle, “Haber kutsal, yorum hürdür” prensibinden uzaklaşılmaması önem arz ediyor.
... Ve unutulmamalıdır ki, gazetecilik, dürüstlük, objektiflik isteyen “farklı” bir meslek olma onurunu daima taşıyor.
Bu yüzden de, gazetecilik en zor ve riskli mesleklerin başında sayılıyor.