Deniz Feneri mi yönetiyor
Ilıcak, Erdoğan’ın gözyaşlarını ‘sahici biri’ oluşuna bağlamış. Vicdan şovu eksik kalsın, ‘e-muhtıracı paşa’nın altına son model otomobil çekerken, şehit ailelerini açlığa mahkum etmeyecek kadar ‘sahici’ bir başbakan olsa yeter.
Dün şehit cenazelerini haber veren gazetelerin çoğunda Gürpınar’da şehit olan Jandarma Komando Çavuş Serdar Yeşilyurt’un “yoksul ailesi” çıkarılmıştı başlığa. Cenazede giyecek giysisi olmayan babaya, gece açtırılan bir mağazadan kıyafet temin edildiği anlatılıyordu. Bu haberlerin arasında dolaşırken Nazlı Ilıcak’ın köşesi çarptı gözüme. Başbakan’ın gözyaşlarını sahte bulanlara hitaben, Erdoğan’ın “insani/vicdani” özellikler bakımından ne kadar “sahici biri” olduğunu söylüyordu.
“Sahici vicdanlı” başbakanın yönettiği ülkede, iki ayağında platin olan bir terör gazisi, geçici işçi olabilmek için 1500 metre koşmak zorunda kalmış olabilir miydi sahiden? Ve “kazanamadın sana iş yok” denilerek gerisin geri açlığa gönderilebilir miydi?
Sahici bir başbakanın yönettiği ülkede, 3 yaşındaki ayakkabısız, delik çoraplı bebelerin babalarını şehadete uğradığını göre göre, İş Kanunu’nun “Özürlü, eski hükümlü ve terör mağduru çalıştırma zorunluluğu” maddesinden “terör mağduru” çıkarılmış olabilir miydi?
Ya Nazlı Hanım bırakın “sahici” Bakan, Başbakan olmayı, “sahici insan” olmak ne demek bihaberdi, ya da üç yıl önce tanıdığımız delik çoraplı Güneş’in gözyaşları, o gazinin Karşıyaka Stadına dökülen teri, Yeşilyurt ailesinin garipliği sahteydi!
Denk geldi; CHP Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk, terör mağdurlarının çalışma hayatlarındaki akıbetini kovaladığı ve “cevapsız” kalan soru önergelerini ulaştırdı.
4 Mayıs 2010’da, yani ortada ne gözyaşları, ne işsiz gazi haberleri varken, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’e şunu sormuş Köktürk: “Türkiye İş Kurumu’na kayıtlı terör mağdurlarından 2009 yılı içerisinde kamu kurum ve kuruluşlarında işe başlatılan olmuş mudur? Şayet olmamışsa bunun nedeni nedir?”
Aynı tarihte İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a, “2009 yılı içerisinde kamuda işe yerleştirilen terör mağduru var mıdır? Varsa sayısı nedir? Kamuda terör mağduru çalıştırma zorunluluğunun yüzde 0.7’den, yüzde 1’e çıkarılması uygulamada gerçekleşmiş midir?” sorularını yöneltmiş...
Bununla da yetinmemiş, Dinçer’den aldığı cevaptaki 49.041 terör mağduru kontenjanı açığı olduğu bilgisi üzerine, bu sefer 6 Mayıs 2010’da bir kere daha sormuş Atalay’a: “Türkiye İş Kurumu 2008 yılı Nisan verilerine göre, kamu kurum ve kuruluşlarının çalıştırmak zorunda olduğu terör mağduru açık kontenjanının 49. 041 olması karşısında bu kontenjanın ne kadarı doldurulmuştur? Doldurulmamışsa nedeni nedir?”
Cevap mı? Köktürk “AKP’nin terör mağdurlarıyla ilgili verilecek yanıtı yok” diyor.
Şimdi; bu ülke “sahici” birilerince yönetiliyor olsaydı eğer, vatana canlarını vermiş insanların ailelerinin fotoğraflarını yan yana getirdiğimizde “Medine fukaraları” manzarasıyla karşı karşıya olur muyduk acaba?
Kimsenin gururunu incitmek için yazmıyorum... Manzara buyken, kalkıp da, utanmadan “iş çok da çalışacak terör mağduru yok” diyebilenlerin yüzleri varsa kızarsın diye yazıyorum... (Böyle bir gerekçe üretebilmesi için bir devlet adamının “sahici vicdan yoksunu” olması gerekmez mi Nazlı Hanım?)
Müslümanların kurban derisine, cebindeki üç kuruşa yancı çıkan yardım derneklerinden birini yönetmiyor, “sahici”ye yakın vicdan şovlarına ihtiyacı yok Erdoğan’ın; yönettiği bir “devlet” olduğuna göre “sahici başbakan” olsun yeter!
+++
Tabutu keşke dışişleri bakanı omuzlasaydı
Padişahımız efendimiz Abdülhamid Han’ın torunu, aramızdan çok genç ayrıldı maalesef, henüz 93 yaşındayken yatağında vefat etti. Tabutunu, başbakanımızla beraber içişleri bakanımız omuzladı. Aslına bakarsanız, içişleri yerine dışişleri bakanımız omuzlasaydı daha şık olurdu... Çünkü, rahmetli Sultanzade’nin Meksika’da yaşayan kızı Martinez Hanım’la, Fransa’da yaşayan kızı Bory Hanım cenazeye teşrif etmişlerdi. Hanedamızın üyeleri Dorothe Ragot, Christine Dreyfuss, Sofia, Rotraud ve Roxanne hanımlar, Çadır Köşkü’ne gelen hükümetimizin taziyelerini kabul etti. Reisüll Kurra Efendi nezaretinde hatim indirildi, helva dağıtıldı. Japonya’dan gelen aile dostu imam, Niametullah Khalil Hoca Efendi de oradaydı.
Hanedan’ın Michigan’da yaşayan ve bir dönem ABD Silahlı Kuvvetleri’nde subaylık yapan reisi, zahmet edip gelmedi, kuru bi telgraf gönderdi... Bu nedenle “kimsesizlerin kimi” olan başbakanımızın tabutu omuzlaması, Hanedan’ın kimsesiz kalmaması açısından iyi oldu.
Çünkü... Padişahımız efendimiz Abdülhamid Han’ın Kanada ve Güney Amerika’da madenleri bulunan öbür torunu 97 yaşında vefat ettiğinde, Hanedan’ın reisi gibi başbakanımız da ABD’deydi maalesef... Cenazeye yetişemeyen başbakanımızı, başbakan yardımcılarımız ve açılımdan sorumlu içişleri bakanımız temsil etmişti... Gerçi, Washington uçağından iner inmez saraydaki taziyeye koşmuştu ama, helvaya yetişmişti.
Bu arada...Cumhuriyet’i ayakta tutmaya çalışan 6-7 çocuk daha şehit düştü dün, henüz 20-21 yaşında... İstanbul’u bile görmemişlerdi. Birinin babası bekçi, birinin çiftçi, birinin işçi, birinin işsiz... Bir tanesi takdirnameli öğrenci, garibanlıktan okuyamamış, askere gitmesi için yol parasını bile öğretmenleri vermiş... Mısır’da bulunan cumhurbaşkanımız, ki başkomutanımızdır, telgraf gönderdi; kabine arazi. Götürüp, gömdüler çocukları bi yerlere.
E diyeceksiniz ki haliyle... N’olacak bu memleketin hali? Kendi payıma, başbakanımızın tavsiyesiyle rakıyı, sigarayı bıraktım, meyveye başladım, beyaz peynirle kavunun yanına bi salkım üzüm açtım, kiraz tüttürerek yazıyorum...
* Yılmaz Özdil / Hürriyet
+++
Sen yeter ki hesaplaşma iste
* 12 Eylül’de Kenan Evren’i
evlerinde ağırlayan ama bugün
Başbakan Erdoğan’la birlikte Evren’in yaptığı zulümlere gözyaşı döken
gazeteci aile kim?
* “Allah razı olsun Kenan Evren’den... Kendisi imam hatip mektepleri açtı...” diyen ama bugün referandumda “evet” çıksın diye canla başla çalışan cemaatin lideri kim?
* 12 Eylül rejimine “Türk / İslam sentezi” ideolojisini oturtan, dünün Aydınlar Ocağı mensupları, bugünün AK Partilileri kim?
* 12 Eylül’ün getirdiği siyasi yasakların kalkmaması için mücadele veren Turgut Özal’ı “demokrasinin üç yıldızı” ndan biri olarak ilan eden siyasetçi kim?
Ahmet Hakan / Hürriyet
+++
Yüksek Seçim Kurulu referandum süresini 60 değil 120 gün ilan edince AKP’liler yüksek sesle itiraz etmişlerdi. Bir dostumuz o zaman bu eleştirilerin sahte olduğunu, YSK tarafından (bilinçli olarak) saptanan 12 Eylül tarihinin AKP’ye muazzam propaganda olanağı sağlayacağını söylemişti. Haklı çıktı. AKP propagandayı “12 Eylül” üzerine kurdu. Başbakan 12 Eylül’de idam edilen gençlere ağladı bile.
Okurlarımız soruyor:
* Abdullah Gül Kenan Evren’i Çankaya’da konuk eder, Bülent Arınç Evren’le birlikte açılışlara katılırken onun 12 Eylül’de 48 kişiyi astıran paşa olduğunu unutmuşlar mıydı?
Melih Aşık / Milliyet
+++
Bu ülkede bugüne kadar “Siyaset bezirganlığının” her iktidar döneminde, nicelerine tanık olduk...
Ama böylesine hiç değil.
Tayyip şimdi, o zaman karşısına dikilmediği bu 12 Eylül olayının sömürüsünü yapıyor.
Darbe olduğunda niçin konuşmamış, niçin karşı çıkmamıştı?
Eğer “Karşı çıktım işte belgeleri” diyecek yüreği varsa, onları medyaya açıklayıp kendini kurtarsın, bizi de mahçup etsin!
Olaylara karışan o genç insanların ruhlarını siyasete alet edip rencide etmeye hakkı var mı? Emin * Çölaşan / Sözcü
+++
Bugün demokrasi havarisi kesilen gazeteciler 12 Eylül’ü zamanında nasıl karşılamışlardı?
Zamanında Kenan Evren’i evinde ağırlayanlar, “12 Eylül’ün gerekçesi haklıdır; 12 Eylül terörden bezen halkın meşru müdafaaya geçtiği gündür” diye yazanlar şimdi dönüp eskiye baktıklarında kendilerini nasıl hissediyorlar?
Bu ülkede “herkesin kendisine demokrat” olması ve bunun sonucu ortaya çıkan karşılıklı riyakârlık beni çok rahatsız ediyor.
Bari, aramızdan hayatlarının baharında ayrılan gençlerin hatırasını iğfal etmeseler!
* Cüneyt Ülsever / Hürriyet
+++
Sırada mezardaki
kemikler mi var
Star gazetesinin dünkü manşeti; Guiness’in “ajitasyon rekoru” diye bir kategorisi varsa egale dahi edilemeyecek biçimde alacaktır yerini rekorlar kitabında! Dün bir fotoğraf yayınladı gazete. Tabutun içindeki kefene sarılmayı bekleyen genç ve başındaki abisi, “gazetenin iddiasına göre” 12 Eylül’ün fotoğrafı’nı veriyordu. O genç, yani Hüseyin Kurumahmutoğlu’nun cezaevinde kafasına aldığı dipçik darbesinden sonraki hali olsaydı olurdu belki... Bir idam resmi olurdu... Kenan Evren’in diktatör duruşu olurdu... Kan gölüne dönen sokaklar, taranan kahvehaneler, omuzlarda taşınan tabutlar... Hepsi olurdu 12 Eylül’ün resmi... Ama “kefene sarılı bir genç” 12 Eylül’ün resmi midir Allah aşkına? 12 Eylül’ün resmi midir, yoksa ölümün, ayrılığın, abisinin oradaki varlığıyla içi yanan bir ailenin resmi midir? Bu 12 Eylül’e, darbecilere dokunan bir fotoğraf mıdır yoksa evladını kaybetmiş ailelere, o hasret duygusuna mı? Darağacında sallanan başbakan fotoğrafları da yayınladı bu ülkenin gazeteleri; onlar bile mesleki değerler açısından “haberlerinin, başlıklarının” fotoğraflarıydılar... Star’ın utanç duyacağı yerde gururla sunduğu o “fotoğraf” ise bence ne o başlığın, ne 12 Eylül’le hesaplaşmanın fotoğrafı olabilir; fikrimce, olsa olsa kendisine gazeteci diyenlerin insanlıktan da, mesleklerinden de ne kadar uzaklaştıklarının resmidir yayınlanan! Yandaş medya, “ölüye bile saygıları yok” denilen noktanın tapu belgesi olarak saklasın bence bu manşeti. Merak bu ya sormadan edemeyeceğim; sırada ne var; idam edilen gençlerin kemikleri mi? Bundan sonraki saha çalışmanızı mezarlıklarda mı yapacaksınız? Yok hani öyleyse “kemik için toprak eşelemenin” hangi yaratılana mahsus olduğunu bir düşünün isterseniz!
+++
Türkiye’de artık idam cezası uygulanmıyor... İnsanları gizli tanıklar, kuşkulu kanıtlar, imzasız ihbarlar ile hapishaneye atıp hiç bitmeyen davalarla kahrından öldürme yöntemi uygulanıyor...
* Haldun Ertem
+++
Sözde demokratlık
Tayyip Erdoğan’ın “gelin 12 Eylül darbe anayasasını gömelim” dediği 82 anayasasına şimdiki AKP tabanında olan hiç kimse hayır dememişti. En önemlisi avuçları patlarcasına alkışlıyorlardı o günün darbe lideri generali Kenan Evren’i. O Evren açık hava toplantılarında “Netekim, bunları asmayalım da besleyelim mi?” diye sorduğunda, kalabalıkların gösterdiği aşırı yakınlık, bir gazeteci olarak o tarihlerde yüreğime saplanıyordu. Şimdi bir “sözde demokratlık” modası var. Demokrasinin ne olduğunu bilmeyen, bilse asla içine sindiremeyecek olanlar demokrasi bayraktarlığı yapıyorlar.
* Can Ataklı / Vatan
+++
Büyükanıt sırrı
Bir nokta daha dikkatimi çekti..
İktidar yanlısı tartışmacılar askerin müdahale girişimlerini anlatırken 27 Nisan bildirisini transit geçiyorlar..
Adını anmıyorlar değil, anıyorlar..
Bildiriyi lanetliyorlar, siyasete açık müdahale olduğunu söylüyorlar ama nedense Büyükanıt’ı pas geçiyorlar..
Bir sürü darbe iddiasına adı karışan emekli veya muvazzaf generallere ateş püskürüyorlar..
27 Nisan bildirisini ben yazdım diyen eski Genelkurmay Başkanı’nı suçlamıyorlar.. Adını anmıyorlar!.. O da yargılansın diye bastırmıyorlar.. Nedendir bilmiyorum..
* Mehmet Tezkan / Milliyet
+++
Jurnalciler!
Şamil Tayyar ile Mustafa Ünal, Bugün TV’nin ‘Temsilciler Meclisi’nde terfi ve emeklilikler halledildi. Tayyar ‘Orgeneral Saldıray Berk ifade vermeye gitmiyor. Savcıları garnizonun kapısından içeri sokmuyor’ dedi ve son noktayı koydu; ‘Jandarma Genel Komutanı olamaz.’ Tümgeneral Gürbüz Kaya’nın, korgeneral yapılamayacağı konusunda da, Roma usulü başparmaklar yere çevrildi. Hükümet adına hükümet edenler. İki satırla, insanları Silivri’ye yolluyorlar. Gazetecilik kartvizitiyle, jurnalciliği sürdürüyorlar. Başbakan’dan ricamız, Tayyar-Ünal ikilisinin özel emirle şura kararlarının yazımında görevlendirilmesi.
* Burhan Ayeri / Akşam
+++
MİNİ YORUM
Onu buralarda arama, arama Yıldıray....
Sivil genç gazeteci Yıldıray Oğur darbe günlerinin “operasyonel” gazetecilerine örnek olarak Emin Çölaşan’ı örnek göstermiş. Halbuki hiç uzağa gitmesine gerek yoktu. Patronunun aile albümünü karıştırsa, bu ülkenin gençlerini darbecilerin kucağına attıktan sonra viski kadehinde efkar dağıtan “baba” operatörler(!)çıkardı karşısına. Popüler kültüre ayak uydurup Nevzat Çiçek’in dizeleriyle söyleyecek olursak; “Darbe kışkırtıcısını da, şakşakçısını da buralarda arama, arama Yıldıray!”