Demokratik cumhuriyetimiz kimsesizlerin kimsesidir...
Yüce Atatürk, “Cumhuriyet,
kimsesizlerin kimsesidir” derken, aynı zamanda cumhuriyetin geleceğini de tayin etmiştir. Zira demokratik olmayan cumhuriyetler, sözde cumhuriyetlerdir. Kaddafi’nin cemahiriyesindeki kimse Kaddafi’nin
kendisi idi. 1990 öncesi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nde kimse, komünist
partilerdi.
Cumhuriyet adına, kimselik vasfını devlet kullanır. Devlet ortak kanunlara ve değerlere bağlı olarak yaşayan bir milletin veya
milletler topluluğunun meydana getirdiği siyasi varlıktır. Halk ve devlet bir bütündür. Uygulamada devlet, halkın seçtiği hükümetler tarafından yönetilir.
Van depremi, halkla devleti daha çok bütünleştirdi. Gerek hükümet, gerek muhalefet partileri ve gerek sivil toplum örgütleri iş birliği içinde çalıştılar. Hatta etnik istismarlara niyetlenenler oldu... Fakat bu tür istismarlara herkes ortak tavır koydu.
Doğal afetlerin istismarı, bu afetler kadar kamuoyunun vicdanını sızlatır. Söz gelimi Kılıçdaroğlu’nun “Erciş’i il yapalım” teklifi, zamansız atılmış bir adımdır. Millet bu gibi yaklaşımları popülizm olarak algılıyor. Erciş’in il veya ilçe olması bugünkü yaraların sarılması açısından fark etmez. Çünkü devlet seferber olmuştur. İleride yönetim açısından, halkın rahatı ve refahı açısından gerekli olabilir. Ancak İktidara aday bir
parti, bunun için neden depremi bekledi? Yani Kılıçdaroğlu’nun bu girişimi şık olmadı.
Kanun teklifinin şimdi zamanı değil. Fethiye gibi il olması gereken diğer ilçelerle birlikte değerlendirmesi daha akıllı bir iş olacaktır.
Tarifinden de anlaşılacağı üzere, devlet malı, imkânları ve kaynaklarının gerçek sahibi halktır. Hükümetlerin halkın malını basiretli tüccar gibi kullanması gerekir. Siyasi partiler de halkın verdiği yetkiyi aynı titizlikle kullanmalıdır. Aksi halde bu yetkileri popülizm amaçlı kullanmaları, yetki istismarı olur.
Rusya gibi Marksist rejimler bu nedenle temel tutmadı. Devleti yönetenler, devlet imkânlarını istedikleri gibi kullanıyordu. Zira sistemde halkın tamamı, devleti yönetecekleri doğrudan seçemiyordu. Toplumun yalnızca bir kısmından oluşan komünist parti üyeleri karar veriyor ve seçiyordu.
Öte yandan kapitalist sistemde de, halkın tercihleri, devlet yönetimine tam olarak yansımıyor. Ünlü iktisatçı Galbraiht diyor ki; “Kapitalistler devletin egemenliği altında değildir... Devlet onların yürütme kuruludur...”
Söz gelimi, bankacılar, tekstilciler,
turizmciler sıkışınca hemen Başbakana çıkabiliyor... Hemen Bakanlar Kurulu toplanıyor... Kurumlar vergisinden şikayetler artınca, geçmişte yaşadığımız gibi vergi oranı düşürülüyor... Başbakan veya ilgili bakan işadamlarını toplayıp, yurt dışına götürüyor... Lobi oluşturuyor.
Elbette reel sektörün sorunlarını çözmek, ülkenin büyüme ve gelişmesi için gereklidir... Ayrıca reel sektörle ilgilenmek siyasi iktidarın görevidir...
Ne var ki, toplumun yüzde 90’ını oluşturan ve yıllardır işsiz kalan, özellikle son 10 yıldır yoksullaşan kesimlerle ilgilenmek siyasi iktidarın daha öncelikli görevidir. Bu kesim maalesef hiçbir şekilde hükümetlere derdini anlatamıyor... Eğer anlatabilseydi, kredi kartı faizi yüzde 30 olmazdı. Memur kuruluşları, işçi sendikaları sürekli dışlanıyor. Memur ve işçiye yalnızca enflasyon kadar ücret artışı yapılıyor. Büyümeden refah payı verilmiyor.
Her ülkede kaynaklar kıttır... Önemli olan bu kaynakların nereye tahsis edileceğidir... Başka bir ifadeyle kaynakların nerede kullanılacağı halktan yetki almış siyasi iktidarların tercihidir. Cumhuriyet devlet yönetiminde hedef, gelir dağılımının düzeltilmesi, yoksulluğun giderilmesi bu kaynakların kamu yararı ve toplumsal faydaları dikkate alınarak, objektif bir biçimde kullanılmasıdır...