Çuvalı neden anlatmadın?
Kasaptaki ete soğan doğramaya karar veren ve açılımı yorumlayan emekli Özkök’ün açıklamaları toplumun merak ettiği asıl konuya teğet bile geçmiyor
Emekli Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ü ‘Günün adamı’ ilan eden Haberturk, “İki kez istifa etmeyi düşündü” başlıklı bir haber yaptı dün. Hani darbeci Kenan Evren’in “Darbecilikten yargılanırsam intihar ederim” demesi gibi... ‘Belki’ dedim, Özkök de bağımsızlığımızın garantörü olan askerimizin başına çuval geçirilmesi karşısında “istifa ederim” demiştir zamanında da onu açıklıyordur.
Hevesle okudum. Bakalım tarihe ‘askerinin başına çuval geçirilen ilk ve muhtemelen tek Genelkurmay Başkanı’ olarak geçecek olmanın Özkök üzerindeki etkisini öğrenebilecek miydik?
Yanlış alarm! Özkök’e iki defa askerlikten istifayı düşündüren meğer sadece ‘bilgisayar tutkusu’ymuş.
4 Temmuz 2003’de Süleymaniye’de Amerikan işgalcileri ve peşmergelerin baskını sonucu 11 Türk askerinin başlarında kukuletalarla, 60 saat sorgulanmak üzere derdest edildiğini ve bu skandalın dönemin Genelkurmay Başkanı olan Özkök tarafından “aptalca bir iş” olarak tanımlandığını hatırlayınca diyorum ki: Keşke tutkularının peşinden gitseydi Özkök de asker olmak yerine, bilgisayar programcılığı filan yapsaydı. O zaman darbe iddialarını işleme koymadığı için görevi ihmal ile suçlanmaz, bu gibi ağır mesleki sorumluluklardan “delete” tuşuna basarak kurtulabilirdi. Veya “Ctrl-Z” yapar ve işgalci müttefikin son işlemini yok sayardı. Ama askerlikte ‘geri adım’ tuşları yok. Onun için alınan/alınmayan her karar önemli. Onun için önümüzdeki günlerde vizyona girecek Nefes filminin fragmanındaki gibi “uyursan ölürsün”.
Eski bir Genelkurmay Başkanı olarak, bilgisayar oyununa değil, dünyanın en önemli askeri güçlerinden Türk ordusuna komuta ettiğinin bilincinde olduğu inancıyla soruyorum: Bugün ‘herkes işine baksın’ diyen siz, Genelkurmay Başkanı olduğunuz dönemde ne işle meşguldünüz acaba? Çuval haberini aldığınızda, bir Türk subayı olarak ‘işiniz’ sineye çekmek miydi? Askerliği bağımsızlık ve onur kavramlarıyla özdeşleştiren Türk milletinin ferdi olarak, bir komutanın sorumluluğundakiaskerlerin ‘çuvallanması’nı ‘kabul’ sürecinin nasıl geliştiğini, inanın yahni tarifinden daha fazla merak ediyorum.
O duygunun adı neydi Sayın Özkök? Utanç mı? Öfke mi? Çaresizlik mi? Basiretsizlik mi? İlk yapmak istediğiniz şey neydi? İntikam mı? ABD’lileri arayıp ‘diplomatik olmayan dille’ konuşmak mı? Ya ilk yaptığınız şey? Ne yaptınız? Üzerinizdeki üniformayı hakedip etmediğinizi sorguladınız mı? Aynaya baktınız mı? Orada başına çuval geçirtmediği için şehadete yürüyen binlerce gencin hatırasını gördünüz mü? Üniformanızın haysiyetiyle, temsil ettiği değerlerle dalga geçercesine ‘Müzik notası mı verelim’ diyenlerle “uyumlu” olmak yerine istifa etmeyi geçirdiniz mi hiç aklınızdan?
Soruşturma açmadı
Fehmi Koru “Hilmi Özkök’ü çarmıha germek yerine sözlerini tartışalım” diyordu dün. Söylediklerinizin bizi doğrulara sevk edeceğini vaad ediyordu. Bakalım dün neler söylemişsiniz: “Bana bazı belge ve duyumlar geldi, bunları inceledim. Hiç biri bir kuvvet komutanına soruşturma açtırmayı gerektirecek delil mahiyetinde değildi.”
Madem elinizdekilerin hukuki değeri, dayanağı yoktu öyleyse neden “İstihbarat Daire Başkanı Levent Ersöz ile Teknik Daire Başkanı Hasan Atilla Uğur’u çağırttığınız ve yasal olmayan dinlemeler konusunda uyarıda bulundunuz?”
Peki Özkök’ün Ümraniye Soruşturması’nın üçüncü iddianamesinde de yer alan bu çelişkili ifadeleri sizi hangi doğruya götürüyor Sayın Koru?
Yeniden tanışıyoruz
“Yanlış anlaşılmasın ama...” ne çok şey düşündük hakkınızda son üç günde: ‘Ha Türkiye, ha Osmanlı, ha Anadolu Cumhuriyeti’ ne fark eder hoşgörüsüne sahip olduğunuzu, sürece devlet katmadığı takdirde İmralı canisinin kendiliğinden olumlu katkıda bulunabileceğine inandığınızı, “asker kışlasına dönsün” deyip, silahına, mevzine, yetkisine göz koyanlarla kafiyeli bir dil kullandığınızı, Türk milletini PKK’ya merhamet gösterebileceğini sanacak kadar az tanıdığınızı, Cumhuriyet mitinglerini terör örgütü eylemi olarak iddianameye koyanlara güvendiğiniz için köfte ekmek yeyip, peşinden de cumhuriyet mitinglerini vatanın elden gitmeyeceğinin kanıtı saydığınızı ifade ederek, herkese mavi boncuk dağıttığınızı, kendinizi hukuk bilen herkesin kuvvetli olmayan delillerle dava açıp, insanları şaibe altında bıraktıkları için kızılan “benim savcım” cephesinde konumlandırdığınızı...
Sanırım Türk Milleti eski Genelkurmay Başkanı ile yeni tanışmış gibi hissedecek kendini bu söyleşiden sonra.
Ve yeni tanıdığı emekli Özkök hakkında, bakalım Rıza Zelyut’un aşağıdaki tespitine katılacak mı?
“Allah’tan ki bu millet; Özkök türü asker feodallar gibi düşünmüyor.”
Fikret Bila’ya hiç yakışmadı
Özkök şu fani dünyada bir ‘kasaptaki eti tencereye koyan’lara, bir de Fikret Bila’ya konuşuyor. Bila’nın ise bu şansı bir gazeteci gibi kullanabildiğini söylemek zor. Üç gün yayımlanan söyleşide Özkök’e soru sormak yerine “Sizin için madem komutanın darbe girişimlerinden haberi vardı, o zaman niye müdahale etmedi diyorlar” gibi ‘ben söyleyenlerin yalancısıyım’ türü garip yaklaşımlar geliştirdi. Özkök’ün yetersiz bulduğu cevaplarını da “Süreci başlattınız, belgelerin hukuki değer taşımadığı anlaşıldı. Bunun için kuvvetli kanıt aradınız” gibi cümlelerle kendisi tamamladı. Bunca yıllık gazeteciye, halkla ilişkiler danışmanı edası yakışmadı.
Yeni kimlik: Ortadoğululuk
Camide Cuma hutbesi okumadığınıza, ordusunu “peygamber ocağı” gören Türk milleti de askerden iman gösterisi beklemediğine göre bu mesajlar kime Sayın Özkök: “Halkımızın inançları kuvvetlidir. Büyük kısmı itidallidir. Mütedeyyindir. İnananlarla asla alay etmememiz gerekir. Türkiye’de bir de bu sıkıntı başladı. Herkes inancını, ibadetini saklar oldu. Hoca, hacı demek küçümseme sözcükleri oldu. Halbuki din adamları iptidai kavimlerden en gelişmişlerine kadar her ülkede daima saygı görmüştür. Bütün Ortadoğulular birbirlerine hocam diyor.”
Ne mağduriyet ama!
Hüseyin Çelik, Radikal’e yaptığı açıklamada 27 Nisan bildirisinden sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile “bol ikramlı, bol kahkahalı” ortamda buluştuklarını söyledi. “Son derece sıcak, dostane” bir ilişkileri varmış. Büyükanıt’ın, iktidarın e-muhtıra olarak nitelendirip mağduriyet senaryoları yazmasına yarayan 27 Nisan bildirisini bizzat kaleme aldığı ve Çelik’in de Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki kadrolaşma ve irtica iddialarıyla bildirinin hedefindeki isimlerden olduğu düşünülürse, o gerilimli ‘gözüken’ günlerde, kapalı kapılar ardındaki pürneşe halleri garip değil mi?
++++++
Soros’un sapıklıktan taraf açılımcıları
Polis Akademisi’ne akredite uzman işbirlikçi münevverler tarafından incelenen paketten çıkan ilk kilometre taşlarına bakılınca herhangi bir sıralama önceliği olmadan şu açılımların piyasaya çıkarılacağı öğrenildi: Örgüt üyelerinin dağda geçirdikleri süre mecburi hizmetten sayılacak ve bu kişiler silah kullanım deneyimlerine göre Emniyet Genel Müdürlüğü’nün çeşitli birimlerinde istihdam edilecek. Kürtçe bilenler Terörle Mücadele Şubesi’nde görevlendirilecek.
Kalbi insan sevgisiyle çarpan “Sayın” Öcalan’a Ergenekon müneccimi düşünür Ahmet Altan’ın yıllar önce gündeme getirdiği şekilde “Atakürt” soyadı verilecek. Ergenekon terör örgütü üyesi teröristler Silivri’deki toplama kampından alınarak İmralı’ya gönderilecek, İmralı’ya Abdullah Öcalan’ın anıtı dikilecek, 15 Ağustos “İlk Kurşun, Açılım ve Zafer Bayramı” olarak resmi tatil ilan edilecek. İşini bilen işadamı Can Paker’in başkanlığını yaptığı vakfın hazırlattığı raporda önerdiği şekilde şehitlik ve gazilik unvanları kaldırılacak, bu unvanları kullanan derneklerin faaliyetleri yasaklanacak.
* Deniz Som / Cumhuriyet
++++++
Tövbe de Hoca
Baskın Oran, Öcalan’ın talepleriyle ilgili değerlendirme yapıyor: “Sadece TRT dinleyebiliyor. Türkiye hakkında sağlıklı haber alamıyor...” Şimdi ayıp ettin Baskın Hoca... Sen de kendi kendinle çeliştin. Mevcut iktidarın yarattığı demokrasi cennetinde bütün kurumlar demokratikleşmedi mi? TRT de yansız, bağımsız, çağdaş bir yayın yapmıyor mu? TRT yalaka mı? Tövbe de hoca..
* Melih Aşık / Milliyet
++++++
ABD’nin dümen suyundan akan çözüm senaryosu
ABD’den Türkiye’ye teklif gelmişti: “Size istihbarat verelim Kuzey Irak’a girin, PKK kamplarını vurun” demişlerdi.
İstihbarat verildi.
Girildi, vuruldu.
Ve tamamen bitirmeye “havadan bombalamanın ardı sıra sıcak takibe geçmeye ve kara birlikleriyle de köküne kadar temizlemeye” hedeflenildiği anda ABD’nin bakanı Avustralya’da bir gezideydi. Avustralya’dan seslendi:
Türk Ordusu ateşi kessin.
Irak’tan çıksın.
Türkiye’nin Genelkurmay Başkanı (Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tı) anlamazlıktan, duymazlıktan geldi ve “Biz ne zaman istersek Kuzey Irak’tan o zaman çıkarız, çıkışımız bir ay da sürebilir... Bir senede de...” diye demeçler verdi. Fakat ABD’li bakan; “Anlamıyorlar galiba; Kuzey Irak’tan çıkın diyorum” diye tekrarladı.
Ordu Irak’tan çıktı.
Ve çıkışı dünyaya ilk önce Türkiye Hükümeti ve Genelkurmayı değil ABD televizyonları duyurdu. PKK’ya ağır silahlar, omuzdan atılan ileri teknoloji füzeler, çifte düzenekli uzaktan kumandalı patlayıcılar veren ve özel güvenlik şirketleri aracılığıyla militanlarını birer ölüm makinesi haline getirmek üzere eğitenler, önce izin verdiler, sonra “Türk ordusu ateşi kessin, Irak’tan çıksın...” diye tehdit savurdular.
Ordu da çıktı. O orgeneral emekli oldu. Altına 1 trilyonluk Audi verdiler. PKK ise bitmedi, bitirilemedi. Öcalan bunları unutmuyor. O, ABD’yi tanıyor. Biliyor.
Bizim eski solcu, yeni liberal, taze demokrat (!) yazarlar; “ABD’nin dümen suyunda açılım yaparken dikkatli olunmasını” dile getirenlere ise “Kaba Amerikan karşıtlığı yapıyorsun” damgası vuruyor. Derin acılarını, kına sığmaz öfkelerini yüreklerine gömmüş şehit anneleri, Ankara’da iktidar partisinin genel merkez plazasının kapısına kara çelenk koyuyorlar. Kara çelenk ne çok şey anlatıyor. Anlayana!
* Necati doğru / Vatan
++++++
MİNİ YORUM
Son durakları foseptik çukuru
II. Cumhuriyetçiler, İmralı canisi, 40 bin insanın ölümünün baş sorumlusu, çetebaşı Öcalan’ı “kendilerinden” ilan ederek sınırsızlıklarının bile sınırlarını zorladılar. Öcalan’ı II. Cumhuriyetçi olarak tanımlamanın yanlış bir saptama olmayacağını yazan Mehmet Altan’a ve bu yazıyı yazarken feyiz aldığı Eser Karakaş’a sormadan edemiyorum:
Bir insanın düşebileceği daha iğrenç neresi olabilir, foseptik çukuru mu?