Çevik sazanlar çiftliği
Yandaşların “cuntanın manipülasyon planı(!)”na hizmet etmemek, yandaş olmayanların ise “haber atlamamak” için manşet yaptığı mektup, savcının eline geçmeden önce 70 milyona servis edildi
Genellikle mektubun üzerine sazan çevikliğiyle atlanmış, çoğu gazeteler mektubu tam metin vererek manşetlere taşımıştı... Islak imzalı belgeyi gönderen meçhul subayın ikinci mektubuydu bu... Bunu bir önceki gibi adi postayla değil “e-mail” yoluyla göndermişti. İlk düşünülmesi gereken böyle bir mektubun e - mail yoluyla gönderilemeyeceğiydi. Hadi gönderildi diyelim... Önce gönderenin araştırılması gerekmez miydi? Emniyet bu kaynağı birkaç gün içinde bulabilir, mektubun sahici olup olmadığı ortaya çıkardı. Bu vesileyle ihbarcı subaya ulaşmak da mümkün olurdu...
Ne var ki, kimsenin özellikle yandaşların beklemeye hiç sabrı yoktu..
Hem ne diyordu ikinci mektubunda ihbarcı subay:
“Karargâh içindeki cunta yapılanması, kendileri adına gelişen olumsuz süreci tersine çevirmek için dikkati mektubun içeriğinden uzaklaştırıyor.”
Bu durumda “Yahu şu e - mail nereden gönderilmiş, kim göndermiş” gibi soruları sormak da cuntaya hizmet sayılabilirdi. İyisi mi mektubun üzerine sazan gibi atlamalı, TSK’ya birkaç tokat daha vurmalıydı... Nitekim öyle yapıldı.. Manşetten vuruldu...
Derken Cumhuriyet Başsavcı Vekili Turan Çolakkadı, “İkinci ihbar mektubu bize ulaşmadı” açıklamasını yapmaz mı?
İhbar mektubu savcıya gönderilmez mi?
Buyurun cenaze namazına...
* Melih Aşık / Milliyet
++++++
Kirli tezgahlara alet oluyorlar
Bir savcının eline bir ihbar mektubu ulaştığında ne yapması gerektiği, yasalarımızda yazıyor:
Eğer o mektubu ciddiye alırsa soruşturma
başlatacak. Bunu yaparken gizliliğe önem verecek. Mektuptaki iddiaların doğruluğuna kanaat getirdiğinde ise... Şüphelileri sorgulayacak. Kanaati netleşirse, dava açacak!
Gelin görün ki; günümüz Türkiye’sinde süreç böyle işlemiyor: Adamın biri “Sayın Savcım”la başlayan, imzasız bir mektup yazıyor. İsimsiz ihbar mektubunu alan savcı, daha yukarıda anlattığım süreci başlatmaya bile fırsat bulamadan, bu “çok özel” ihbar mektubu, aynı anda bütün gazetelerin haber merkezlerine ulaşıyor.
Tıpkı dünkü gazetelerde yer alan “meçhul subaydan ikinci mektup” örneğinde olduğu gibi...
Adam, mektubun en altına “dağıtım” bölümü açıp, karşısına “medya kuruluşları” yazıyor. Kendi dünya görüşüne yakın üç-dört gazete, televizyon seçerek, servis yapıyor! Böylece araştırılmamış “ham iddialar”, gerçekmiş gibi televizyonlara, gazetelere taşınıyor...
“Yandaş” olmayan medya ise, “geride kalmamak” için, bu haberleri diğerlerinden alıp büyütüyor!
İddia sahibiyle savcı arasında gizli kalması gereken “elektronik posta iletisi”, “hukuk süzgeci”nden geçmeden, hatta savcının eline geçmeden 70 milyona mal oluyor...
İşin ilginci; bu “infaz”ı gündeme getirdiğinizde, “Sen bilginin ya da belgenin nasıl sızdığına değil de, içeriğine bak” diyorlar...
Bakamam...
Bırakın; önce savcılar işlerini yapsınlar! Siz de gazetecilik mesleğinin “double check” (iki kere gözden geçirme) kuralını hatırlayın!
Doğrulatamadığınız bir iddiayı haber yapıp
büyüterek... Ülkenin, kurumların ve kişilerin
kaderleriyle oynamayın!
Onur cellatlığı yapmayın...
Sırf işinize geliyor diye; kirli tezgâhlara alet olmayın!
* Mustafa Mutlu / Vatan
++++++
Yüzsüz ihbarcı subaya sorular
Askeri savcı ihbarcının ve sivil savcı da “belgenin içeriğinin ve ıslak imzanın” peşinde. Neden ikisi bir olup “hem sızdıranı ve hem de sızdırılanı, hem biçimi ve hem içeriği” halkın önüne getirmiyorlar?
Belge Genelkurmay’da “emir-komuta zinciri” içinde hazırlanmışsa Kurmay Albay
Dursun Çiçek’i de içine alan fakat aynı zamanda Çiçek’i aşıp cuntacı-darbeci ekibe uzanan
bir durum var ise neden dikkatler sadece
Çiçek’e yönlendiriliyor?
Sızdırma belgeyi yazan gazetede yüzünü kapatarak; “Belgenin hazırlanmasından Genelkurmay Başkanı’nın haberi var, ben de şahidim”diyen emekli general kim?
Yüzünü gizleyen emekli general ile ismini gizleyen ihbarcı subay, CIA’nın ve MOSSAD’ın birlikte çalıştığı kişiler olabilirler mi? Genelkurmay Başkanı’nın, nasıl ve ne zaman, hangi sebeple olduğu bilinmeyen bir şekilde Kudüs’te Yahudilerin ağlama duvarı önünde fotoğrafı gizlice çekilerek, Türkiye’de gazetelere servis ediliyor. Neden?
Cumhuriyet Bayramı resepsiyonundan sonra Başbakan Genelkurmay Başkanı ile uzun bir görüşme yapıyor. Bu uzun görüşmede “Dursun Çiçek’i savcıya yollayın” demiyor da, 4 gün sonra AKP grup toplantısında bu isteği niçin meydan okuma tonuyla seslendiriyor?
Savcı Adli Tıp’ın raporuna güvenmediği için mi çağrı yapamıyor?
Başından beri “ne cuntacıyım, ne de darbeciyim, bütün okulları birincilikle bitirmiş, doktora da yapmış, Anayasa’ya bağlı bir subayım” demekte olan Kurmay Albay Dursun Çiçek, dördü suç duyurusu olmak üzere Taraf ve Star gazeteleri, savcı, nöbetçi hâkim ile RTÜK hakkında “toplam 16 ayrı dava açarak hukuk mücadelesine” giriştiğine göre yüzünü saklayan ihbarcı subay ile suratını gizleyen general niçin ortaya çıkmıyorlar?
İhbarın doğruluğunun vicdan filtresinden geçebilmesi için yüzlerinizi görmeliyiz.
* Necati Doğru / Vatan
++++++
Yeni haham: ‘Meçhul asker’
Ergenekon davası ortaya çıktığında başımızda bir “haham” vardı. Yurt dışından katıldığı programlarda akla hayale gelmez sözler söyler, inanılmaz suçlamalar yapar. Devletin kanalında bile birkaç saat canlı yayında kalmayı başarırdı.
Öyle bir inanıldı ki bu “haham”a, başka belge-bilgi peşinde koşmadılar bile.
Şimdi bu “haham”ın yerini “kimliği belirsiz” bir ihbarcı aldı. Bazı gazeteler “meçhul asker” adını takmış bu ihbarcıya. Çünkü nasıl bir ruh haliyse “kimliği belli olmayan” bu kişinin “Ben de askerim, üstelik cuntacıların içindeyim” cümlelerini “kesin doğru” kabul ediyorlar.
“Meçhul asker” savaşların kazanılmasını sağlayan, ama adını ailesi dışında kimsenin bilmediği sıradan askerlerdir.
İhbarcıyı kahraman olarak lanse edenler belli ki Mehmetçik diyemedikleri için kahramanlığı “Meçhul asker” üzerinden belirtmek istiyor.
Türkiye sevgisizleri amaçlarına ulaşmak için propaganda olanaklarını sonuna kadar kullanıyorlar. Sıradan insanların bilgi ve belgeye pek düşkün olmadıklarını ama “gizemli” konulara iştahla baktıklarını ve doğru kabul etmeye yatkınlıklarını sömürenler piyasaya sürdükleri “kimliği belirsiz ihbarcı” ile ortalığı toz dumana katıyorlar.
Şu anda hiç kimse bir darbe planı hazırlanıp hazırlanmadığını bilmiyor.
Yine hiç kimse ihbarcının asker kökenli olduğunu da bilmiyor.
Liberal maskeli faşistler TV ekranlarında gerine gerine “Daha bunlar ne ki, öyle belgeler gelecek ki” demekte de bir sakınca görmüyorlar.
Kimliği belirsiz ihbarcı etrafa saçtığı belgelerle bazı subayların adlarını ve imzalarını gösterip “işte cunta” diyor. O listede 12 imza var.
Bir albayın imzasının ıslak mı kuru mu olduğunu tartışırken 5 ay harcadık, peki 12 subayın imzasının ıslaklığının tartışması ne kadar sürecek?
* Can Ataklı / Vatan
++++++
Ellerine yüzlerine bulaştırdılar
Recep Akdağ isimli Sağlık Bakanı’nın sözleri basına yansımıştı: “Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız da aşı olacaklar!”
Tayyip’in tepesi attı ve TBMM kürsüsünden veryansın etti: “Ben aşı olmayacağım.”
Recep Bey mosmor kesilmişti. Grup toplantısı sonrasında Tayyip’in yanına gittiğinde bir fırça da orada yedi. Herkesin içinde! “Haberim olmadan adımı vermişsin. Hemen düzelt.”
Milletin önünde böyle küçük düşen Sağlık Bakanı acaba istifa eder mi? Etmez.
Bir domuz giribi aşısını bile ellerine yüzlerine bulaştıranlardan da sadece bu beklenir.
* Emin Çölaşan / Sözcü
++++++
Ne özgürlüğü? Onlar kariyer savaşçıları
Sanırım Orhan Pamuk’un Nobel alması Ahmet Altan’ı da kötü etkiledi. Baktı ki bu yol ona kapandı, uluslararası şöhret için yeni
bir şey bulması gerekiyordu.
Aynı şey Yasemin Çongar için geçerli değil mi? Birkaç sene önceki Yasemin Çongar’ın Amerika’daki algılanışıyla şimdiki Çongar’ı kıyaslayalım: Eskiden bir Türk gazetesinin temsilcisiyken şimdi Amerikan basını onu zor şartlarda gazetecilik yapan bir savaşçı olarak görüyor... Bu payeler kim bilir nerelere varacak sonunda... Konferanslar, davetler, seminerler derken Taraf sonraki hayatını garanti altına alacak bir kimlik oluşturdu...
Nice 301’ciler vardır ki “Kitaplarım başka dillere çevrilsin” diye yargı kararının
ardından göbek atmıştır...
Demet Akalın gibi bunlar... Hani her yaz şarkı çıkınca tutsun diye bir polemik de beraberinde gelir ya... O hesap...
* Oray Eğin / Akşam
++++++
‘Akıl hocası’na tepki yağdı
“Taş atan çocuklar”ın avukatlığından sonra önceki gün de Beyazıt Meydanı’nda “Taş atan gençler”in akıl hocalığına soyunan Ece Temelkuran’a hedef gösterdiği öğrencilerden tepki yağdı.
Temelkuran, Milliyet’te yayımlanan “Kurtlar Kampüsü” adlı yazısında, disiplin soruşturması sonucu okuldan uzaklaştırılan öğrencilerle ilgili şu satırları yazmış ve tek suçlarının “ülkücülerin satırlı saldırısına uğramak” olduğunu yazmıştı:
“Hukuk fakültesi öğrencileri Eren ve Ali, ileride benim avukatım olsun isteyeceğim insanlar. Aylin ileride Meclis’te olsun isteyeceğim bir genç kadın, kıvırcık bir ışıltısı var. Ayakları yere basan, hakkaniyetli, bilinçli, genç insanlar”
Önceki gün İstanbul Üniversitesi Basın ve Halkla İlişkiler Birimi’nden aldığımız bilgiler, Temelkuran’ın “yılmayın” diyerek provoke ettiği gençlerin anlattığı kadar “masum” olmadıklarını ve öğretim üyelerine saldırmak, okulun camını çerçevesini indirmek dahil sayısız “şiddet” olayına karıştıklarını gösterdi.
Dün ise üniversitede faaliyet gösteren Türkçe Yaşam Kulübü öğrencilerinden Temelkuran’ı basın ahlakına uygun davranmaya çağıran şu açıklama geldi:
“Türk Dil Bayramı kutlamaları sırasında, üniversiteye bağlı Öğrenci Kültür Merkezi çatısı altında faaliyet gösteren Türkçe Yaşam Kulübü’nün düzenlemiş olduğu konferans afişlerinin, fakülte dekanı ve üniversite güvenlik görevlilerinin gözleri önünde yırtılıp, yerine ”Dikkat Faşist Var“ yazılı afişleri asan (Aylin...) adlı ışıl ışıl kıvırcık saçlı, demokratik, şiddet yanlısı olmayan arkadaşımızı çok iyi hatırlıyoruz. Yine konferans günü salonu basmaya yeltenen ve polisle çatışan, ardından Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin bütün camlarını kıran (Eren... Ali...) adlı masum arkadaşlarımızı da çok iyi hatırlıyoruz. Üniversitedeki arkadaşlarımıza yönelttiğiniz mefhum iddialar karşısında da, Temelkuran’ı basın ahlakı gereği nesnel davranmaya, tarafsızlığa davet ediyoruz.
Umarız, birgün bizlerin bu sessiz çığlığını da duyar, bizlerin öğretim hayatı yarım kaldığında, bizlere de aynı şevkle destek olur...”
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi Hakan Boz da Ece Temelkuran’ın işi gazetecilikten senaristliğe döktüğüne dikkat çeken bir yazıyla paylaştı tepkisini. “Bu devrim pıtırcıkları, sanıldığının aksine öğrenci harçları, eğitim sorunları ve YÖK’ün faaliyetleri hakkında çalışmalar yürütüp yemekhanelerde bildiri dağıtan masum, “sendikal öğrenci örgütleri” değil, Yunanistan’daki militan kamplarından Kandil’deki katiller şebekesine uzanan yolculuğun en kısa koridorudur” diyor.
Temelkuran’ın, “Hiç düşünmeden arkamı döneceğim iki çocuk. İleride Meclis’te olsun isteyeceğim bir genç kadın” dediği öğrenci kolektiflerinin, PKK’lı öğrenciler ile yan yana “Kürdistan, Faşizme mezar olacak” sloganları attığını hatırlatan Boz’a göre, “ Bu çocukları mecliste görmek isteyen Ece Hanım devrim bağnazlığından kafasını kaldırırsa bu karanlık zihniyetin temsilcilerinin mecliste olduğunu görecektir.”
++++++
Kendi kuyusunu kazdı
İktidarla pembe sayfa açan DYG yolsuzluk haberi boşluğunu emsal değerdeki kurum içi polemiklerle doldurmaya çalışıyor. CNNTürk ve Kanal D’den haber çalmakla suçlanan Star Ana Haber “Hırsız diyenin alnını karışlarız” diye efelenince Kanal D, “baba bir kardeş” kanallarını Basın Konseyi’ne şikayet etti. Eski defterler açılırsa, “dolandırıcılıktan hükümlü” Birand, “bir haberin lafı mı olur” demediğine pişman olabilir. Üstelik Birand’ın yeni defterleri de parlak değil. Medya Faresi’ne göre Birand, CNNTürk’te, sponsor desteği olan “Çıkış Yolu” programını aile şirketi Bir Yapım’a verdi. Kanalın kazancı da yarı yarıya azaldı. Medya Faresi soruyor: “Kanalı zarar ettirme pahasına bu operasyon niye yapıldı?”
*******
Ne özgürlüğü? Onlar kariyer savaşçıları
Sanırım Orhan Pamuk’un Nobel alması Ahmet Altan’ı da kötü etkiledi. Baktı ki bu yol ona kapandı, uluslararası şöhret için yeni
bir şey bulması gerekiyordu.
Aynı şey Yasemin Çongar için geçerli değil mi? Birkaç sene önceki Yasemin Çongar’ın Amerika’daki algılanışıyla şimdiki Çongar’ı kıyaslayalım: Eskiden bir Türk gazetesinin temsilcisiyken şimdi Amerikan basını onu zor şartlarda gazetecilik yapan bir savaşçı olarak görüyor... Bu payeler kim bilir nerelere varacak sonunda... Konferanslar, davetler, seminerler derken Taraf sonraki hayatını garanti altına alacak bir kimlik oluşturdu...
Nice 301’ciler vardır ki “Kitaplarım başka dillere çevrilsin” diye yargı kararının
ardından göbek atmıştır...
Demet Akalın gibi bunlar... Hani her yaz şarkı çıkınca tutsun diye bir polemik de beraberinde gelir ya... O hesap...
* Oray Eğin / Akşam
*******
Nursuna Memecan nişanlandı
AKP’nin “manyak zekaya sahip, boğazı yüzerek geçmiş, Iowa’yı bisikletle dolaşmış” hem Gül, hem Erdoğan’dan davetli milletvekili Nursuna Memecan, İtalyan devlet nişanına layık görülmüş. Ev yemeği fiyaskosu işe yaramadı, belki Berlusconi’nin takdirine mazhar olmak göze girmesine yardımcı olur...
Siyasete, “majestelerinin karikatüristi eşliğinde” ABD’de hazırlanan Memecan’a, emeklilik günlerinde Venedik’te gondol sefası görünüyor demektir.
*******
MİNİ YORUM
Sonunda kafayı da yedi
Sabah’ın, yemelere içmelere doyamayan yazarı E.A. hızını alamayıp “kafayı” da yemiş olmalı.
Başka türlü devletin ‘Öcalan’ı şeytanlaştırmanın bedeli’ni ödediğini savunuyor olamazdı herhalde. Hakikaten insanların, kundaktaki bebeğin bile canına kast eden bir caniden “ölesiye nefret etmek” için “devletin psikolojik operasyonu”na muhtaç olduğuna inanıyorsa, durumu ciddi ciddi kritik eşiği geçmiş ve Balmumcu otobüs durağından, Bakırköy istikametine giden ilk otobüse binmesi kaçınılmaz olmuş demektir...