Böyle devam edemez.. etmemeli...
17 Aralık’ta kırılan testinin içinden pislik taştı ve kapladı ülkeye...
Sebebi her ne olursa olsun, 17 Aralık yolsuzluk testisinin kırılması, ‘bu ülke’de yolsuzluk yapanların her türlü kimlikten azâde tutulması gerektiği gerçeğiyle yüzleşmesini bugün olmasa bile yarınlarda sağlayacak’85
Devlet malını, devlet bütçesini yolsuzluklarla hortumlayanların laik, liberal, muhafazakâr veya dindar kesimden olması suçun ve ahlâksızlığın niteliğini değiştirmiyor.
Haram haram olmaktan, hırsızlık hırsızlık olmaktan çıkmıyor...
17 Aralık döneminin Başbakanı, “Yolsuzluk dendiğinde şunu anlarım; devletin kasası soyuluyor mu soyulmuyor mu?” diyerek, yolsuzluk kavramını yeniden yazmaya çalışsa da, lûgatlerde yolsuzluk yine hırsızlık olarak yazılacaktır.
17 Aralık döneminin muvazzaf fıkıhçısı Hayrettin Karaman yolsuzluklara fetvâ verse de, “Yolsuzluğa hırsızlık demenin hem seküler kanun hem de İslam ceza hukukuna göre hata, yalan ve iftiradır, elbette yolsuzluk da ayıptır, günahtır ve suçtur, ama bu suç hırsızlık suçu değildir” dese de yolsuzluk yine beyt’ül mala dadanmak ve yetimin hakkını yemek olarak kalacaktır mü’min vicdanlarda.
17 Aralık döneminin muvazzaf köşe yazarları, yolsuzlukları “Kabataş’ta başörtülü bacımıza saldırdılar, yerlerde sürüklediler, üzerine bevl ettiler, cinsel tâcizde bulundular” gibi ahlâkın iflâs ettiği yalanlarla örtmeye çalışsalar da, yolsuzlukların büyüklüğü tüm perdeleri ortadan kaldıracaktır...
17 Aralık döneminin muvazzaf Diyânet İşleri Başkanı, ‘Bakara-makara’ kepâzeliği karşısında sussa da, Peygamber’e kibir atfeden Bakanın arkasında, “Bu kişi Peygambere saygılı bir insan” diyerek dursa da, Cuma hutbelerinde sosyal medyadaki yolsuzluk paylaşımları hakkında, “Dedikodu, yalan, iftira, gıybet gibi kötü sözlerle dilini zehirli bir ok haline getirenler, bunun bir hesabının olacağını düşünmezler mi?” diye sorsa da, asıl büyük soru mahşerde kendisine sorulacak ve “Haksızlık karşısında neden susan dil oldun?” denecektir kendisine.
Böyle devam edemez... Böyle devam etmemeli...
Bu ülke süratle ‘birkaç macerâperest’ muhterisin ihtiraslarına kurban edilemez, edilmemeli.
‘Oslo mutabakatı’ denilen ‘ihânet anlaşması’ derhal millete açıklanmalıdır.
‘Açılım ve barış’ adı altında sürdürülen ‘bölünme’ politikalarına derhal son verilmeli, ülkenin her karış toprağında devlet hâkimiyeti ne pahasına olursa sağlanmalıdır.
Her türlü yobazlıktan arındırılmış bir laiklik bu ülkenin sosyal barışının teminâtıdır. Kemalizm yobazlığından kaçarken, mezhep taassubuna ve iptidâi köylü İslâm’ın sevgiden ve toleranstan uzak despotluğuna savrulan Türkiye, şekilden ibâret ve şekle hapsolmuş dindarlık modelinden ve dahi din ve dinî değerler merkezli siyâsetten kurtulmalıdır. Sokak gösterilerinde hayatını kaybeden insanları bile mezheplerine göre ayıran bir devletin sosyal yapısının nereye gittiğini merak edenlerin, dünyanın kan çanağı Ortadoğu’ya bir bakması kâfidir.
Devletin merkezde tutacağı, siyâsî partilerin merkezde tutacağı bir tek değer vardır:
Adâlet, herkes için adâlet...
Adâletin olmadığı yerde hukuk yoktur, adâletin olmadığı yerde din de yoktur.
Dinin, devletin, hukukun ve sosyal barışın tek dibâcesi adâlettir ve din de, devlet de, hukuk da, sosyal barış ta adâlet denilen dibâce üzerinde yükselebilir.
Gerisi kişisel özgürlükler alanına giren teferruatlar manzumesidir.
Köylü İslâm’ın siyasallaşmış iktidarı AKP’nin ülkeyi götürdüğü yer tam olarak bir iç savaştır.
Bugün yapılan hukuksuzluklar 28 Şubat generallerini mumla aratacak uygulamalardır.
12 Eylül generallerinin bile cesâret ya da akıl edemediği despotlukları sözüm ona sivil bu iktidar pervâsızca uygulamaktadır.
Bahse konu despotluk bu iktidarın dinî anlayışından kaynaklanmaktadır.
Hakikati kendi anlayışından menkûl zanneden bu köylü ve kurnaz zihniyet, müteahhitlerin devletten aldıkları işler karşılığında kendilerine veya kendi vakıflarına verdiği servet değerindeki paraları ‘yolsuzluk ve hırsızlık’ olarak değil, bir ‘meşrû hak ediş’ olarak nasıl görüyorsa ve nasıl bu konuda fetvâ yazıları yazdırıyorsa, polisin silahından çıkan mermiyle ölen bir genci mezhebinden dolayı aynı zihnî sakatlıkları sebebiyle önemsemiyor.
Adâleti, yalnızca kendi zihinlerindeki marazî telâkkîleriyle anlayan ve bunu da herkese dayatan bu iktidar bu ülkenin sonunu hazırlıyor.
AKP denilen bin yılın en büyük mûsibetine verilecek her oy, bu ülkede adâletin ve adâlet duygusunun ölümünü hızlandıracaktır.
Geriye ise oluk oluk kardeş kanının aktığı, her karış toprağından bir başka kabilenin çekiştirdiği bir coğrafya kalacaktır.