‘Böl ve yönet’ üstadı
Öğretmen tahtaya kaldırdığı öğrencisine sormuş: “Oğlum 347.567.916’yı 4377’ye bölmek
için ne yaparsın?” Afacan çocuk cevap vermiş: “Tayyip Erdoğan’ı çağırırım efendim!”
Afacanı tahtaya kaldırmış öğretmen ve sormuş:
* Oğlum 347.567.916’yı 4377’ye bölmek için ne yaparsın?
Bizimki düşünmüş taşınmış, sonra birden yüzü ışımış ve yanıtı yapıştırmış:
* Tayyip Erdoğan’ı çağırırım efendim.
* O da ne demek oluyor, nereden çıktı şimdi bu?
* Aman efendim, demiş afacan, bölme konusunda ondan daha usta olan kimse var mı?
Doğrusu afacanın aritmetikteki hünerini bilmem ama zekâsına diyecek yok.
Gerçekten de bölmek konusunda Tayyip Bey’den daha hünerli kimse bulmak güç. Bilmem 347.567.916’yı 4377’ye kafadan bölmekte ne kadar hünerli olur, ama ülkeyi veya içindeki insanları bölmekte çok usta.
Son olarak da yeni bir bölünme çıkardı:
“Sahildekilerin partileri ve Anadolu’nun partisi!”
Hangi akla ziyan muhakeme tarzının ürünüdür bu ayırım?
Sahiller Anadolu’nun bir parçası değil midir?
Misak-ı Milli sınırları içinde ilk kurşunlar hep sahillerde (Mersin ve İzmir) atılmadı mı?
Bu sahil ve Anadolu yapay ayırımıyla milleti bölmekten aklı başında olan insan bir hayır umar mı?
* * *
Bir zamanlar, sosyalist olduklarını ileri sürenler (gerçekte ne olduklarını anlayabilmemiz için, Özal ve Erdoğan’ın iktidarlarındaki yalakalıklarını beklememiz gerekti) “Bizans Dükalığı” dedikleri İstanbul ile Anadolu arasında leş gibi ayak kokan popülist ayrımlar yaparlardı.
Türkiye’nin en büyük işçi kentini, en büyük aydın şehrini, o zamanlar sanayi üretiminin yarıya yakınını gerçekleştiren, gelir vergisinin yüzde 40’ını ödeyen kentini, güya sosyalist bir analizle küçümserler, köylü değerlerini yüceltme yolunu tutarlardı.
Amaçları, özgün ve değişik görünmekti.
Analizlerinin duruma uyup uymaması hiç mi hiç önemli değildi.
Zaten kendi kendilerine şunu söylerlerdi:
- Ben hikmeti kendinden menkul bir analiz yapayım, o duruma uymazsa durum ona uysun!
Onların bu tür davranışlarını gördükten sonra, saf Anadolu çocuğu edebiyatının bu yeni versiyonuna doğrusu pek şaşırmıyorum ama her konuda ülkede yeni bir bölünme yaratma peşinde olan Tayyip Bey’in bu davranışının çok ama çok tehlikeli olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Devlet adamlarının en önemli niteliklerinden biri; kendi ülkesini birlik içinde tutmak, farklılıklara saygı gösterirken, birlik ve beraberliği; zorla, zorbalıkla değil, demokratik katılımcılık ve çoğulculuk potası içinde sağlamak olmalıdır.
Devlet adamı olamayan politikacılar, devlet adamlarının sağladığı bu eseri bozarlar.
Bu durumda Tayyip Bey’i devlet adamı olmadığı için mazur görüp, “ona yakışır” mı diyeceğiz?
* * *
Türkiye güç günlerden geçiyor.
Şu sıralarda, yepyeni bir birlik ve beraberliğin, yolları, çareleri, formülleri aranıyor.
Ve tam böyle bir ortamda, Tayyip Bey, her fırsatta, elindeki her imkânla Türkiye’yi biraz daha bölüyor. Bölünme için yeni fırsatları hiç kaçırmıyor.
Bu anayasa değişikliğini bu şekilde referanduma sunarak, Türkiye’yi bir kez daha bölmeye çalışmıştır.
Hiçbir soruna çözüm getirmeyecek, daha 13 Eylül günü bile yeni bir anayasa ihtiyacının gündeme gelmesini engelleyemeyecek referandumdan çıkan sonuç ne olursa olsun, Türkiye bu sürecin öncesinden çok daha fazla bölünmüş bir durumda olacak.
Herkes bilir ki, “böl ve yönet” emperyalizmin şiarıdır.
Tayyip Bey “böl ve yönet” ilkesini benimseyerek, kimin çıkarına hizmet ediyor?
* Ali Sirmen / Cumhuriyet
+++++
Vatan’da sansür yokmuş; zaten ben de Paris Hilton’um!
Vatan gazetesi, Mine Kırıkkanat’ın kovulmasından sonra bir kere daha gündeme gelen “sansür” iddialarına “cevap vermemeyi” tercih ederken, gazetenin yazarlarından biri dünkü köşesinde “Necati Doğru, Mine Kırıkkanat... gibi isimlerin ayrılıklarını fırsat bilip Vatan gazetesini sansürcülükle itham edenleri vicdansızlık”la suçladı...
Doğru’nun Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak’ı eleştirenleri çuvaldızı kendilerine batırmaya davet eden yazısı... Yahut Kırıkkanat’ın “First Lady”ye bağlılıklarını bildirme tiyatrosuna dönen “Pakistan duyarlılığı” sürecini eleştiren yazısı... Sansüre değilse sansürün hayaletine takılmış olmalı Vatan’da...
* * *
“Vatan sansürcü bir gazete değildir” tezinin işlendiği yazıdan bir bölüm aktarayım: “Bu VATAN gazetesinde Güngör Mengi başyazarlık yapıyor... Selahattin Duman yazıyor, Zülfü yazıyor, Ruhat Mengi yazıyor Mustafa Mutlu yazıyor, Hikmet Bila yazıyor... Bu yazarların Atatürkçülüğüne, Cumhuriyetçiliğine, laf edecek adamın alnını karışlarım ben... İki ay öncesine kadar Süheyl Batum yazıyordu... Her şey söylenebilir VATAN için... Ama sansürcü dediniz mi, yüreğim ve vicdanım sızlar... ”
Bir gazetenin iktidar baskısına maruz kalmadığının göstergesi ne zamandan beridir yazarlarının “Atatürkçülüğü” oldu? Bu nitelik, tam tersine “sansürlenmek” için bulunmaz Hint kumaşı değerinde değil mi şimdilerde?
Sonra...
Artık Türkiye’de “üzerimizde hiç baskı yok” demektense, “büyük baskı altındayız” demek değil mi “meşruiyet”in göstergesi!
Nedir bu “neee, sansür mü, asla” mavrası!
Haftalardır gazetecilerle konuşuyorum; bu ülkenin en güçlü, en saygın kalemleri; biri bile “canımın istediğini yazarım, yazıyorum” demedi, diyemedi....
Bal gibi de aylardır bir gün bile aklınızdan geçen manşeti atamadınız işte; onunla aynı anlama gelen ama daha çarpmayan, daha vurmayan, daha göze batmayan, daha arada kaynayabilecek, törpüsü-cilası yapılmış olanları tercih ettiniz! Günaşırı AKP’li bakanların, milletvekillerinin görüşlerine başvurdunuz, arayı açmamak için.
Kahramanlık yapacağım diye palavraya ne gerek var?
Kimse istediğini yazamaz kardeşim... İlle de sansür var diye değil... Sansüre gelene kadar kaç süzgeçten geçer o yazmak istediklerin; Akıl, vicdan, hukuk, kamu yararı, gazetenin ilkeleri, gazeteciliğin ilkeleri... Bütün o süzgeçlerden akıttıktan sonra kirini, pasını, hırsını, yalanını, yanlışını; geriye kalandır köşende yayımladığın...
Ve işin gerçeği, ne Necati Doğru’yu, ne Mine Kırıkkanat’ı “iktidar baskısı”nın incittiğine inandıramaz kimse beni...
Onları asıl inciten, yıllarca birlikte çalıştıkları meslektaşlarının kaypaklığıdır... Bir anda “vebalı” duruma düşürülmeleridir... Ahlaklı bir şekilde, yüz yüze, dürüstçe, konuşarak, helalleşerek değil de, katakulliyle gönderilmeleri veya gitmeye mecbur hale getirilmeleridir; yazamayacak duruma düşürülmeleridir... Ve arkadaşlarının, iktidarın kendilerini getirdiği kişiliksizlik çizgisini inkar etmeleridir, kovulan yazarlara asıl ağır gelen...
****
Köy çocukları Cumhuriyet’e minnet duymalı
Pazar akşamı AKP İstanbul İl Başkanlığı’nın verdiği iftardaydım.
(...)
Başbakan Erdoğan’ın konuşmasını dinledim. (...) Ancak konuşmanın bir bölümüne çok fena “takıldım”. Erdoğan, kendilerinden önceki zihniyeti anlatırken mealen şöyle dedi: “Bunlar kapıcı çocuğundan vali mi olur dediler, köylü çocuğundan hakim mi olur dediler, işte oldurduk. Vali de oldular, hakim de oldular, müsteşar da oldular. Gümbür gümbür oldular.” İşte Başbakan’ın bu sözlerine katılmam, hak vermem asla mümkün değil! Çünkü bu sözler Türkiye Cumhuriyeti’ne haksızlıktır. En başta da kendisini ve yakın arkadaşlarını “inkar” anlamına gelir. Başbakan Erdoğan’ın söylediğinin tam aksine, bu ülke hep “o köylü, kapıcı, esnaf, gariban” çocuklarının üzerinde yükselmiştir. Bu ülkeyi kuran Atatürk bir memur çocuğudur, bir yetimdir. Onun en yakın arkadaşı İnönü, Kürt kökenli bir köy çocuğudur. Adnan Menderes bir çiftçi çocuğudur. Süleyman Demirel “Çoban Sülü” lakabını ailesi Boğaz kıyısında bir yalıda oturduğu için almamıştır. Turgut Özal da bir köy çocuğudur. Bugün Türkiye’nin Başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan da, Rize’den göçüp gelmiş köy kökenli bir ailenin, kıyı kaptanı bir babanın evladıdır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Kayserili küçük esnaf bir ailenin çocuğudur. Bugün Türkiye’nin en zengin, en varlıklı aileleri bile benzer kökenlerden gelip Cumhuriyet’in nimetleri sayesinde bugünkü konumlarına sahip olmuşlardır. Ben yıllar önce bütün bu isimleri yazmış ve “İşte beğenmediğiniz Cumhuriyet” demiştim. Bugün de aynı şeyi tekrarlamak gerekir diye düşünüyorum.
* Fatih Altaylı / Habertürk
+++++
Bölücü olsun kansız olun(!)
Böyle buyurdu Yasemin Çongar: “...İspanya’da ayrılıkçılığın, bağımsızlıkçılığın serbest olması, siyasi talepler üzerinde hiçbir yasak bulunmaması da etkili. Siyaseti özgür bırakan bir demokrasi, şiddetle herhangi bir bağı olduğunu saptadığı siyasileri yasaklama hakkını kendinde görüyor. Türkiye’de olması gereken de bu.”
“Kansız” olursa ülkeyi bölmek, parçalamak serbest yani... Ya akıttığımız kanlı gözyaşları... Kan ağlayan o damar içimizdeki! Mayını yola döşersen olmaz da toplumun zihnine yerleştirirsen, patlasa da ne gam öyle mi! Biz savaş meydanında kazandığımız vatan toprağını anlaşma masalarında kaybetmeyi, nostalji bilirdik; değilmiş meğer...
+++++
Huylu huyundan vazgeçmemiş
Fehmi Koru son dönemde, “Ben mi?.., Patrona şikayet mi?..”, Gazeteciyi işten attırmak mı?.. Ne münasebet!..“ yazıları yazıp duruyor ya...
Bir sahaf tezgahında bulduğu Engin Ardıç imzalı ” İslam Teksas’ta!.. Ve Daha Neler... İzlenimler II“yi okuyan Kanat Atkaya, bakın bu kitap sayesinde hangi ”detay“ı hatırlıyor ve hatırlatıyor:
”Okuyunca öğreniyoruz ki/ hatırlıyoruz ki Fehmi Bey seni (Engin Ardıç’ı) patrona şikâyet etmiş.
Neyse ya, çok zaman geçti. Dur bakayım, 22 yıl geçmiş, vaaay!”
Atkaya yazısını anlayana sivrisinek saz edasıyla yaptığı “Artık ne Fehmi Bey kimseyi patrona şikayet ediyor, ne sen öyle” İslamcı faşistler “gibi yazılar yazıyorsun...” kinayesiyle bitiriyor ammaaaaaa;
İnsan yedisinde neyse yetmişinde de o muymuş, dilerseniz buna, 22 yıl sonra, hala köşesinden gazete patronlarına “at kurtul” mektupları yazan Fehmi Koru vakasıyla karşı karşıya olan okuru karar versin!
+++++
Nazlı Ilıcak bile isyan etti
Kafanı sağa çevir evet, sola çevir evet..
Her yer, caddeler, sokaklar evet..
İftara gidiyorsun, verdikleri iftarlıkların üzerinde bile evet yazıyor.. Evet çıkmazsa demokrasinin yara alacağından söz ediyorlar, bitaraf olanın bertaraf olacağını hatırlatıyorlar.. Sabah akşam eveti beyinlere zerk ediyorlar..
Kişiler üzerindeki, kurumlar üzerindeki, STK’lar üzerindeki baskı had safhada..
Bunaltıcı bir durum var..
AKP’li yazar Nazlı Ilıcak da bu durumdan acayip rahatsız olanlardan..
(AKP’li dedim çünkü kendisi saklamıyor, son seçimde milletvekili olmak için başvurmuştu..)
Bakın nasıl isyan etmiş:
“’Evet’in tahakküm edici havası beni bile rahtsız etmeye başladı. Sandıkta evet diyeceğim ama dengeyi sağlayabilmek amacıyla İstanbul’un bazı yerlerine ’hayır’ afişi yapıştırırsam şaşırmayın.”
Hadi Nazlı Hanım bi afiş de sen as..
Hayır demesen bile as..
Demokrasi için as..
* Mehmet Tezkan / Milliyet
+++++
Patronunun yazarı ola ola...
Ergun Babahan diyor ki; “Yazarlarına bakarsak, ki kiminin gazete yapımında da sorumluluğa var, Türkiye korkunç bir diktatörlük pençesinde. Yazarların yazdığı gazeteler ise bu havayı yansıtmıyor. Sonuç ya gazeteler yanlış ya da bu yazarlar yanlış gazetelerde yazıyor.”
Bu durum demokrasilerde düşünce hürriyeti, ifade hürriyeti, çokseslilik gibi kavramlarla izah ediliyor...
Girdiği kabın şeklini almaya alışanlar unutuyor demek ki zamanla....
+++++
MİNİ YORUM
Soytarı
Günlerdir bir çok okuyucumuzun ısrarla yolladığı bir söz var... En son, Osman Oktay’ın “Soytarılık rekoru” başlığıyla yayımladığımız makalesine atfen, Galip Hırka göndermiş:
“Bir başbakan sahnede soytarlılık yapmaya kalkışsa 3 dakika sonra seyirciler tarafından yuhlanarak sahneden kovulur ama bir soytarı çıkıp yıllarca başbakanlık yapsa kimse farkına varmaz!”