Birisi ve diğeri...
Recep Tayyip Erdoğan Bayram namazından çıkarken yaptığı açıklamada, “Öldüren Müslüman, öldürülen Müslüman. Böyle bir tablo yaşanıyor. Allahu ekber nidalarıyla insanların öldürülmesi ve ölmesi, tahammül edilir, katlanılır bir şey değildir. Bunun bizim dinimizde katiyen bir yeri de yok” dedi.
Diyânet İşleri Başkanı Mehmet Görmez de Hacc’da yaptığı duada, “Zihinleri bir, yürekleri bir, gayeleri bir, sevgileri bir kardeşler olamadık. ‘Müminler ancak kardeştir’ buyuruyorsun. Ama bizler kardeşler olamadık” diyerek hayıflanmış... Ülkenin iki önemli isminden ‘Kurban Bayramı’na düşen iki itiraf’ olarak mı anlasam bu iki açıklamayı yoksa ‘ABD ziyâretinden sonra oluşan konjonktürün hatırı mı’ desem karar veremedim.
Ne kadar esef verici bir durum bu!
Ülkenin iki önemli ismi, Cumhurbaşkanı ve onun ‘bizzat tavzif ettiği’ Diyânet İşleri Başkanı aslında bakarsanız altına imzamızı koyacağımız iki açıklama yapıyor, fakat biz bu açıklamaları doğru atılmış bir adım veya geç de olsa dillendirilmiş bir hakikat olarak algılamıyoruz, bir ümit kırıntısına bile sebebiyet vermiyor bizim için bu iki açıklama... Neden?
Açıklamaların muhtevâsına dâir en ufak bir itirâzımız olamaz.
Peki neden bu kadar mesâfeliyiz bu iki ağızdan sâdır olan hakikat cümlelerine?
Hâfızalarımızı çok kirlettiler, o sebeple belki de!
Ölüm karşısında bile siyâsî menfaatlerini gözettiler. Ölümlerin içinden bile siyâsî fayda devşirdiler.
Birisi, Ali İsmail sokak ortasında acımasızca dövülerek öldürülürken ‘polislerin efsâne yazdığı’ndan bahsetti.
Diğeri, Ali İsmail için bir alenî başsağlığı mesajını bile lûtfetmedi.
Birisi, 15 yaşında öldürülen Berkin Elvan’ı terörist ilan ederken, annesini mitinglerinde kalabalıklarına yuhalattı.
Diğeri, yine sükût etmeyi tercih etti.
Birisi, her türlü zulme uğrayan Kerkük ve Türkmenler için yalnızca ve yalnızca yakalanan ‘TIR’ların içindeki malzemelere dair söylediği yalanla iktifâ etti.
Diğeri, İslâm coğrafyasında anmadığı bir tek ücrâ bölge bırakmazken, Kerkük ve Türkmenleri, Doğu Türkistan’ı ağzına bile almadı.
Birisi, şehitlere “kelle” dedi.
Diğeri, Kutlu Doğum haftasında Diyarbakır’da ‘kırılan onurları tâmir’den bahsederken ekin gibi biçilen şehitleri bahse değer bulmadı, bir de PKK’lı Baydemir’in elinden üzerinde ‘Amed’ yazan tabağı hediye olarak aldı.
Birisi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluk suçlamalarıyla hakkında soruşturmalar açılmışken yargıyı felç etti ve soruşturmaları engelledi.
Diğeri, ‘haram’ demek olan yolsuzluklar hakkında bir tek kelime bile etmedi.
Birisi “Bakara-makara” diyerek Kur’ân ile dalga geçen Bakanını Almanya’da kalabalıklarının karşısına çıkararak onore etti ve sahip çıktı.
Diğeri, yine sustu.
Birisi, “Peygamber Mekke’yi fethettiğinde gururlandı ve kendisine pay çıkardı, ama biz başörtüsü yasağını kaldırdık diye kendimize pay çıkarmıyoruz” diyen bürokratını Bakan yaparak terfî ettirdi.
Diğeri, “Biliyorum ki bu kişi Hz. Peygamber’e saygılıdır” diyerek kanatları altına aldı bu abesi ve sâhibini.
“Bu iki önemli ismin, muhtevâsı hakikatin ta kendisi olan iki açıklamasından neden inşirah bulmuyoruz, ümidvâr olamıyoruz?” sorusu ve endişesinin cevabı, geride bıraktığımız birkaç yıl içinde hâfızalarımızın yine bu iki önemli isim tarafından nasıl kirletildiğinde gizli.
ABD ziyâretinden öncesi ve sonrasıyla taban tabana zıt açıklamalar bunun en bariz örnekleri.
Suriye’de olan bitenler, IŞİD, yüzlerce yılın ‘Ayn el-Arap’ının birden ‘Kobani’ isimli mübârek beldeye dönüşmesi, sınırlarımızın dibindeki sözde savaş, yüz binlerce Kürt mülteci, Kobani’lerinde savaşmak yerine Türkiye’nin müdahalesi için neredeyse yalvaran PKK, “Kobani düşerse süreç biter” diyerek Türkiye’yi terörle ve savaşla tehdit eden Öcalan ve Kandil... Bütün bunlar TBMM’den her zamanki gibi MHP’nin desteğiyle çıkan tezkereyi de yukarıda bahsettiğimiz iki açıklama kadar meşkuk hâle getiriyor.
Ve Türkiye, AKP’nin eliyle ‘büyük Kürdistan’ın temellerini atıyor.