Az gelişmişlik kader mi?

18 ve 19’uncu asırlardaki vahşi kapitalizm sürecinde, emeğin aşırı sömürüsü nedeniyle fakir-zengin farkı açılmıştı. Dünyayı ve özellikle fakirleri kurtaracak arayışlar ortaya çıktı. Sosyalist sistem bu arayışlardan birisiydi.
Rusya, Çarlık döneminde çok sıkıntı çekti. Sanayileşmeye geçmişti, ancak demokrasi yoktu. Arkasından 70 yıl sosyalist düzende kaldı. Durum değişmedi. Parti sekreterleri Çar’ın sarayında yaşadılar. Üç kap yemek yediler. İşçiler ise bir kap yemekle yetindiler. 1990 sonrası Rusya’da rejim değişti. Ne var ki şimdi de durum değişmedi. Halen demokrasi yok ve üstelik demokrasinin istismarı var. Fakir yine fakir... Rusya’da devlet mallarına el koyanlar ise dünyanın sayılı zenginleri arasına girdi.
Çin’i komünizm kurtaramadı... Şimdi küreselleşme sürecinde daha iyi duruma geldi. Demek istediğim; bir toplumun kalkınması rejimle olmuyor. İnsan faktörü, genetik özellikler, çevre ve iklim sanki daha çok etkili oluyor. Yunanistan ve Güney Kıbrıs, Avrupa Birliği’ne girerek, köşeyi döneceklerini zannettiler. Yunanistan’dan sonra şimdi Güney Kıbrıs da iflas bayrağını çekti. Dünya tarihinin en iddialı savı olarak küreselleşmenin toplumsal refahı artıracağı öne sürüldü ve fakat bugün dünyada fakir sayısı arttı. Global ekonomi, insanların dünya kaynaklarından daha çok yararlanacağı bir düzen getirecekti. Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler de bu düzenden pay alacaktı.
Uygulama tersine oldu. Otuz-kırk yılda bir ortaya çıkan ekonomik krizler, son yıllarda daha sıklaştı... Yani krizler arasındaki aralık daraldı. Sosyal refah ta aşınma ve yıpranma oldu. Afrika ve bazı gelişmemiş ülkelerde açlık sorunları daha görünür hale geldi. Sektörel dengeler bozuldu. Finans sektörü balon yaptı. 2008 ve 2009 yıllarında ABD’de ve birçok gelişmiş ülkede finans sektörü devlet desteği ile kurtarıldı. Bu demektir ki diğer sektörlerden ve tüm toplumdan bu sektöre kaynak ve gelir transfer edildi. Faktörel dengeler de bozuldu. Üretim faktörleri içinde emeğin dolaşımı sınırlandı. Yalnızca sermaye, küreselleşme avantajından yararlandı. AB’de yaşanan borç krizi de, ortak para biriminin, bazı ülkeler tarafından çok rahat istismar edilebileceğini ortaya çıkardı.
Küreselleşme sürecinde Çin, Brezilya ve Hindistan’da gözle görülür iyileşme oldu. Bu ülkeler küreselleşme sürecinde ulusal politikalar uygulayarak, küreselleşmenin sömürüsüne açık ekonomiler olmaktan kurtuldular. Ne var ki Çin, işçilere ayda 200 dolar vererek ürettiği tekstili ABD’ye satıyor. ABD, işçilere ortalama 4000 dolar vererek ürettiği çelik malzemeyi Çin’e satıyor. Bu takastan kazanan yine ABD oluyor. Üstelik Çin Merkez Bankası, stoku olan ABD dolarını tekrar ucuz faizle ABD hazine kağıtlarına yatırıyor. Türkiye’de ise, kısa vadeli sermaye girişinin cari açıktan daha fazla olması toplumda bir serap etkisi yarattı. Türkiye ithalata ve dış borca dayanan bir strateji ile son on yılda yüksek büyüme oranlarını tutturdu. Buna karşılık dış cari açığın finansmanı için, dış borç stoku arttı.
Türkiye net dış borç ödeyen ülke konumuna gelince, yurt dışına çıkan kaynakların GSYH’ya oranı artacaktır. Bu oran büyüme oranından daha yüksek olursa, fakirleşme yaratacaktır.
Global ekonominin Türkiye’ye getirdiği ikinci bir sorun, spekülatif fonların siyasi ve sosyal yapıyı yozlaştırmasıdır. Siyasi oluşumlarda bu yozlaşma görünür boyuttadır. Bu fonlardan Soros’un “iktidarı da, muhalefeti de biz tayin ederiz” şeklindeki sözü meşhurdur. 2010-2011 yıllarında artık uluslararası kuruluşlar da, küreselleşmenin getirdiği fakirleşme gerçeğine parmak basmaya başladı. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) 2011 sonunda açıkladığı raporda da dünyadaki gelir adaletsizliğinin son 30 yılın en yüksek seviyesine ulaştığı vurgulandı.

Yazarın Diğer Yazıları