Aynalı sazan taktiği
Ne “belge”, ne “kağıt parçası”... Amberin Zaman ’kirli tezgah’ı itiraf etti: Taraf tepkileri tetiklemek için yapılan sızmayı, sahte olup olmadığına aldırmadan hem toplumu hem devletin kurumlarını yemlemek için kullanmış
Mehmet Altan “demokrasiye karşı asimetrik savaş” konusunu gündeme getirmeden önce meğer epey gözlem imkanı bulmuş. Kardeşinin yönettiği Taraf, demokrasiye karşı asimetrik savaşın kralına imza atmış meğer.
Demek boğaza karşı viski yudumlanan akşam sefalarında evde de konuşuldu konu.
Konunun bu kadar kaşıntı yaratmasının altından bit yeniği çıkacağını tahmin ediyorduk da... Bu böyle beyaz gömleğin üzerine düşen siyah asalak tanesi gibi, gözümüze soka soka olur mu tereddütteydik. Böyle ayan beyan, ititrafla ortaya çıkınca tadından yenmez oldu.
Kocası Erivan’da görevli bir ABD’li diplomat(!) olan Amberin Zaman bakın dün neler yazdı:
“Taraf’ın yayımladığı belgenin gerçek olup olmadığından ziyade tarafların bu belgeye verdiği tepkiler önemliydi. Zira belgenin sızdırılması bir yönüyle tepki tetikleme hedefini de güdüyordu. Şu an için hükümetin, verdiği tepkiler itibariyle galip görüntüsü verdiğini söyleyebiliriz.”
Yenilgi neden hep zafere en çok yaklaştığınız anda gelir biliyor musunuz?
Rehavetten...
“Ben oldum” dediğiniz an, “ham” lığınız en net göstergesidir.
Amberin Zaman da “TSK yenildi görev tamamlandı” rahatlığıyla yazmış belli ki...
Belki, daha önce Erivan’a maça gitmesi ve Ermenistan sınırının açılması konusunda Cumhurbaşkanı’na yazdığı açık mektuplara ışık hızıyla ve olumlu yanıtlar almış olması gibi, geçerli nedenleri olabilir...
Peki bu sonucu değiştirir mi?
Bekleyip göreceğiz.
Türkiye Cumhuriyeti’nde “Savaşsa, asıl şimdi başlıyor” diyebilecek siyasiler, bürokratlar, askerler ve savcılar kalmışsa çok beklememize gerek bile kalmayacak...
Çünkü bu yazı, bir yönüyle TSK’ya bir yönüyle de demokrasi ve topluma karşı yürütülen psikolojik operasyonun itirafnamesidir.
Zaman yaptıkları yayımın amacının, gizli bir darbe planını ortaya çıkarmak değil, zaten iktidarı bir gölge gibi takip eden, adını açıklamaktan aciz bir bakanın ifadesiyle “karabasan”ları olan asker ve darbe sözcüklerini bir umacı olarak kullanıp, TSK’ya karşı bir sivil darbe yaptıramak olduğunu itiraf etmiştir.
Çongar’ın “darbeci Albay” yaftası ile Genelkurmay Başkanlığı arasında kurmaya çalışırken çuvalladığı illiyet bağı, tam da bu noktada, psikolojik operasyon ile Taraf arasında rahatlıkla kurulabilir.
Çünkü Taraf geceyerısı “konsantre güçlüğü çeken muhalefetten yasa kaçırma operasyonu”ndan, Genelkurmay’ın kurumsal saygınlığının sorgulanmasına, ordunun sınır bekçisi olarak konumlandırılmasından, siyasi iktidarın yürütme memuru olarak biata mecbur kılınmasına uzanan “gerilim”i doğuran “yem”i atarak; sonuç ile somut biçimde delillendirilebilecek bir illiyet bağı kurmuştur.
Süreç yargı, siyaset ve toplumun bütün diğer kesimlerinin zihnindeki asker algısını şekillendirme amacı da güttüğünden asimetrik savaş aynı zamanda aklı ve mantığına tezgah kurulan toplum iradesine, dolayısıyla demokrasiyedir.
Taraf’ın aynı anda büyük küçük sayısız balığın (bir siyasi parti, bir cemaat, bir garip medya...) iştahını açacak yemine ilk atlayan sazan kim oldu peki?
Takdirini size bırakıyorum...
++++++
‘Tarak gazetesi’
İnternette ‘Tarak gazetesi’ adlı bir kısa film dolaşıyor... İki muzip delikanlı bir kâğıda flaş haberler yazıp Tarak gazetesine her gün kapının altından bırakıyorlar... Belgeler anında o sırada genç kız ve kadınlarla ilgili yazısını kaleme almakta olan Ahmet Bey’e ulaştırılıyor. Ahmet Bey belgeyi görür görmez ‘Baskıyı durdurun’ talimatı veriyor. Belge ertesi güne manşet oluyor... Mesela:
‘Ahmet Necdet Sezer aslında hâlâ Cumhurbaşkanı ama medyadan gizleniyor.’
‘Atatürk ölmedi, basından gizleniyor, yakında darbe yapacak.’
Hoş bir film.
Ama Tarak gazetesi keşke filmdeki kadar saf olsa...
* Melih Aşık / Milliyet
++++++
Kim bu korkak bakan?
Radikal Ankara Temsicisi Murat Yetkin “Hükümetin etkili bir üyesiyle ismi saklı tutulmak kaydıyla önemli bir telefon görüşmesi” yapmış.
Radikal’in dünkü manşetinde görüşmenin içeriği vermişti.
Bakan kaynağı, Yekin’e özetle Cumhurbaşkanı’nın hakemlik değil yasal görevini yerine getirdiğini, CHP’nin itirazlarının nedeninin ‘CHP+Ordu=İktidar’ formülünün ‘işe yaramaz’hale gelmesiyle ilgili olduğunu anlatmıştı.
Ha bir de AKP hükümeti ile TSK arasında yaşananları, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiye benzetmiş bakan. Derviş’in fikri neyse zikri de odur. ABD’yle yatıp ABD’yle kalkınca “kedi-fare oyunu” gibi, daha geniş kitlelerin anlayacağı türden bir yaklaşım geliştirmek olanaklı olmuyor demek. Adı Yetkin’de saklı Bakan’a göre 1Mart tezkere krizinden sonra ABD ile ilişkiler nasıl daha ‘gerçekçi, kişilikli, rolüne uygun’ zemine oturmuşsa, bundan sonra TSK ile ilişkiler de ‘karabasandan uyandıkları’ gerçekçi bir döneme giriliyormuş. Hiç ‘Demek ki AKP’iler orduyu karabasan olarak görüyorlarmış’ gibi bilinen çıkarımlar yapmayacağım. Bakanın benzetmesi gözümde tek bir sahne canlandırdı:
Obama TBMM kürsüsünde konuşuyor... Ardından kişilikli ilişkimiz kah Ermenistan sınırından göz kırparak, kah Heybeli’de her gece mehtaba çıkararak daha heyecanlı bir hal alıyor.
Merak ediyorum bu benzetmeyi yaparken bakanın zihninden geçen rol dağılımı nasıldı? Kişilikli ilişikinin zencisi AKP mi, yoksa TSK mı?
Yazıda bir soruya daha cevap aramak zorunda kaldım: Kimdi bu bakan?
AB heveskarlığından dolayı Egemen Bağış veya Ali Babacan’dır diye düşündüğüm de oldu, “güzel, güneşli günler göreceğiz” temasından yola çıkarak Deniz Gezmiş’e atıf hissine kapılıp Ertuğrul Günay’dır dediğimde...
Hakikaten kimdi o bakan?
Dokunulmazlık zırhına bürünmüş halde dahi düşüncelerini açıklamaktan korkan o bakan kimdi?
Sözlerinin arkasında duramayacak kadar basiretsizse nasıl iktidarın “etkili” isimlerinden olabiliyordu?
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin bir bakanın bile makamını yok hükmünde saydırdığı bir ortamda, Tatvan Kaymakamı’nın çaresizliğini anlamak çok daha kolay oldu.
Not: Düşünce ve ifade hürriyetini dahi kullanmaktan aciz, maskeli bakanlarımızın da olduğunu göstermekten başka işe yaramayan söyleşiyi manşete taşıyan primata da bravo doğrusu...
++++++
Karşı devrimin teorisyeni
Türkiye’de olup bitenlere bakınca Antonio Gramsci’nin Marksist devrimin başarısı için oluşturduğu teorik modelin kullanıldığını görüyorum. Gramsci’ye göre iki tür savaş vardır. Sistem değiştirmekte önemli olan pozisyon savaşıdır. Bu, insanların beyinleri üzerine verilen kültürel bir savaştır. Bu savaşta sistemi değiştirmeye uğraşan taraf zihinler üzerine ve kültür üstünde bir hegemonya kurmaya başladığında sistem çökmeye hazır hale gelir. Cumhuriyet sistemini değiştirmeye kararlı unsurlar, cumhuriyetin yanlış uygulamalarından haklı olarak şikayet edenleri de yanlarına alarak, bir pozisyon savaşına başladılar. Amaç cumhuriyet sistemine rıza verilmesini sona erdirmek.
* Serdar Turgut Akşam
++++++
Cumhurbaşkanı’na intikam çağrısı yaptı:
27 Nisan’ı unutmayın!
Bu süreçte Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 27 Nisan Muhtırası’nı da asla unutmaması gerekiyor...
Bu anayasal suçun işlendiği sırada kimse ağzını açmadı, askeriyedekiler de dáhil olmak üzere ’ağzını açmayanlar’daha önemli konumlara geldi.
Üstelik kimse yargılanmadı... Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, ’Kayserili bir tesviye teknisyeninin oğlunu Cumhurbaşkanı olarak görmek istemediğini’dayatan zorba zihniyet olduğu gibi duruyor.
* Mehmet Altan / Star
++++++
Arkasında devlet varmış gibi yaptı...
O fotoğrafa uzun uzun baktım.
Törende DTP’li milletvekilleri, belediye başkanları “devrim şehitleri”, yani ölen PKK’lılar için ayağa kalkmışlar, saygı duruşunda bulunuyorlar bir dakikalık.
Kaymakam kalkmamış, oturuyor...
Boynunu bükmüş...
Yüzünde gülmekle ağlamak arasında bir ifade var.
Hırsından belki, arada bir ağzının sol yanı açılıp kendi bıyığını yakalamak istiyor, yakalayamıyor.
(.........)
Ben o duyguyu bilirim.
Ebru ya da Tolga “Babamız bunu bilir...” diye başladıklarında, ağzım yan yatmış “8” rakamı biçimini alır, ilk kez görüyormuşum gibi sehpanın köşesine öyle bakarım...
Ya da okurlarım olsun, eş-dost olsun “Seni kovamazlar...” dediklerinde...
Sevinmiş gibi olurum.
Boynum bükülür...
* * *
Kaymakam...
O, arkasında sanki devlet varmış gibi yapıyor...
Oysa yok...
Devlete kurşun sıkan o teröristler için saygı duruşunda bulunan milletvekilleri, Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın sofralarında ve uçaklarında olabiliyorlar...
O teröristlere saygı sunanların; dokunulmazlıkları var, devletten yollukları-ödenekleri, konuşma ve söyleme özgürlükleri var...
Arkalarında aydınlar, medya, yazarlar, çizerler...
Cumhurbaşkanı “Bu tarihi fırsat kaçırılmamalıdır” diyerek destekliyor onları...
Herkes biliyor ki Başbakan’ın ve iktidarının onlarla sorunu yok... Tersine onlarla mücadele eden devletin askerlerine kızıyor...
* * *
Kaymakam bunu biliyor...
Çaresiz...
Kalkıp “Ben orduma kurşun sıkan teröriste saygı duruşunda bulunanlar ile bir arada olamam, bunun hesabını sorarım...” dese, hiçbir şey yapamayacak...
Belki suçlu çıkacak...
O da önündeki sehpanın köşesine bakıyor...
Yalnız...
Boynu bükük...
* Bekir Coşkun / Hürriyet
++++++
MİNİ YORUM
Avrupa hayali başkenti
İtiraf mevsimi açıldı galiba. Bir itiraf da Fransızlardan. Paris Match dergisinde yayımlanan Gilles Martin-Chaufffer imzalı makalede “Roma İtalya için neyse, İstanbul Avrupa için o” denmiş. Bizimkilerin “Avrupa bize hasta” böbürlenmesiyle manşet yaptığı bu sözlerle verilen mesaj gayet açık değil mi?
“Roma İtalya’nın başkenti olabilir ama İstanbul bizim için hâlâ Byzantion, Nea-Roma, Constantinapolis....”