Avrupa’nın sonu ne olur?
Yunanistan ve İtalya’nın borç sorunu, 2008’de yaşanan finansal krizin bir devamıdır. Elbette ki ekonomik krizlerin siyasi maliyeti olacaktır. Hatta başbakanların gitmesi yanında, Yunanistan’da geleneksel iki partinin bir veya iki seçim sonrası tamamıyla silineceği şeklinde yorumlar da yapılıyor.
AB’de yaşananlar, 2008-2009 krizlerinin devamıdır ve fakat daha ağırdır. 2008 krizinde, ABD’de ve Avrupa’da hükümetler bazı bankaları kurtarmıştı... Banka kurtarmak için yapılan finansal yardımlar, hazine veya kamu fonlarından, Avrupa’da ortak fonlardan karşılanmıştı. Bugün ise sorun, bankalar boyutunu aşmış ve devletler boyutuna tırmanmıştır.
Ekonomik kriz, makro dengelerin piyasa güçleri tarafından önlenemeyecek kadar bozulmasıdır. Söz gelimi son krizde finans sektörü aşırı balon yapmıştı ve reel sektörü temsil etmekten uzaklaşmıştı. Bu gibi sektörel dengesizlikleri para desteği ile kalıcı olarak düzeltemezsiniz... Bir süre düzelir gibi görünür... Ancak temel sorun olan dengesizlik devam eder... Hatta artarak devam eder...
2008 krizinde, krizi yaratan spekülasyona destek verilerek, makro dengeler daha çok bozulmuştur. Bugün dünya gerçek bir krizin eşiğine gelmiştir. Yaşanması olası bir krizde teknoloji üreten ve sanayi sektörü ağırlıklı ekonomiler daha az, finansal sektörü aşırı şişmiş, bizim gibi ithalata bağımlı büyüme yaşayan ve cari açığı yüksek ekonomiler daha çok kaybedecektir.
Avrupa’nın zoru, kriz maliyetlerinin paylaşılmasında ortaya çıkıyor. Söz gelimi Almanlar, ’biz çalıştık, Yunan halkı eğlendi, yanlışların maliyetini neden biz çekelim’, diyor. Yahut Avrupalılar, ’Berlusconi hovardalık yapıyor, biz cezasını neden çekelim, İtalya halkı çeksin’diyor. Bu anlamda, Avrupa’nın işi, ABD’den daha zor görünüyor. Euro ortak para olmasaydı, ülkeler bu tür maliyetleri para basarak veya devalüasyon yaparak daha kolay çözerlerdi. Çünkü, bu tür çözümlerde maliyet her ülkenin kendi halkına çıkıyor. Para basmak veya devalüasyon yapmak imkânı olmayınca, sorumsuz hükümetler borçlanma yoluna gitti. O kadar ki, Avrupa Birliği’ndeki tüm ülkeler, gerek ülkede devlet borçlarının yükü ve gerekse bütçe açıklarının büyüklüğü açısından AB’nin koyduğu Maastricht standartlarını aştı. Maastricht standartlarına göre:
- Üye ülke devlet borçlarının Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya (GSYİH) oranı yüzde 60’ı geçmemelidir.
- Üye ülke bütçe açığının GSYİH’ya oranı %3’ü geçmemelidir.
Bu kriterlere rağmen, Almanya’da borç yükü yüzde 82.6 ve Fransa da borç yükü, yüzde 86.8’dir. Buna karşılık zor durumda denilen İspanya’da borç yükü yüzde 66.9’dur.
Parantez içinde söylemek gerekir ki, bir ülkenin borç yükü daha az ve fakat buna karşılık borç ödeme kapasitesi daha düşük ise, bu ülke borç ödeme sorunu yaşayabilir. Borç ödeme kapasitesini, büyüme, cari işlemler dengesi, borçlanma faiz oranları gibi faktörler tayin ediyor. Ancak burada önemli olan, Maastricht kriterlerini getirenlerin, bu kriterleri çiğnemiş olmalarıdır.
Dünya basınının yer verdiği iktisatçılar, ’Avrupa batıyor... Geçmişte şu veya bu hata yapıldı’ diye görüş bildiriyorlar. Ancak çözüm önermiyorlar. Bazıları, kapitalist sistemin sonu diyor... Gerçekte ise küreselleşmenin getirdiği spekülasyon düzen, kapitalist sistemin mülkiyet anlayışına ve tarif ettiği piyasa düzenine de aykırıdır.
Doğrusu yalnızca Avrupa’nın değil, tüm dünyanın küreselleşmenin getirdiği bu spekülatif düzenden zarar göreceğidir. İktisatçılar, dünyanın bu spekülatif düzenden yumuşak inişle nasıl kurtulacağını tartışmalıdır.